ELAZIĞ

 

 

 

 

 

ELAZIĞIMIZIN TARİHİ

Elazığ, Dogu Anadolu da Tarihi Harput Kalesinin bulundugu tepenin eteginde kurulmus bir sehirdir. Deniz seviyesinden 1067 metre yükseklikte bulunan sehir hafif meyilli bir zemin üzerindedir. Elazığ ın yerlesim yeri olarak tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elazığ tarihini, Harput un tarihi ile birlikte ele almamız gerekir.

Mevcut tarihi kaynaklara göre Harput'un en eski sakinleri M.Ö. 2000 yıllarından itibaren Doğu Anadolu'ya yerleşen Hurrilerdir. Yine tarihi kayıtlara göre Hurrilerden sonra bölgenin Hitit hakimiyeti altına girdiğini görmekteyiz. Çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra M.Ö. 9. Asırdan itibaren Doğu Anadolu'da devlet kuran Urartular Harput'ta uzun süre hüküm sürmüştür. Bugün bile tarihi heybetiyle ayakta duran Harput Kalesi Urartu devrinin izlerini taşımaktadır. Kale'de kaya içine oyulmuş merdivenler, tünel ve hücrelerle su yolu bulunduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 9. Asırdan beri bu kalesiyle müstahkem mevkii olarak bilinen Harput, 4000 yıllık bir maziye sahiptir. Harput isminin ilk hecesi olan Har, taş (kaya) anlamına, son hecesi olan put (berd) ise kale anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçe'si ile Taş Kale anlamını taşımaktadır.

Harput'un tarihini derinliğine incelediğimizde, M.S. 1. asırdan 3. asra kadar, zaman zaman Romalıların siyasi ve askeri nüfuzunda kaldığını görmekteyiz. Ancak Romalıları Anadolu'dan çıkarmak için uzun ve çetin mücadeleler yapan Pontus Kralı Mithradates devrinde ve ondan sonraki zamanlarda bir takım eller değiştirdiği de bilinmektedir. Bununla beraber, Miladi 3. asırda, İmparator Dioclatianus zamanından itibaren Harput bölgesi tamamen Roma İmparatorluğuna bağlanmıştır. Daha sonra Sasanilerle, Bizanslılar arasında devam eden harplerde daima ihtilaf hududu olarak görülen ve zaman zaman Sasanilerin, zaman zaman Bizanslıların hakimiyetine girerek el değiştiren Harput'ta Bizans hakimiyetinin ilk devresi 7. asrin ortalarına rastlar. Ancak Hz. Ömer zamanında Suriye ve Irak'ı ele geçiren Arapların 7. asrin ortalarına doğru Harput ve çevresini de zapt ettiklerini görüyoruz. Bu şekilde başlayan Arap hakimiyeti, 10. asrin ortalarına kadar devam etmiştir. Romalılar devrinde olduğu gibi, Araplar devrinde de Harput'ta etkin bir ize rastlanmamıştır. Bölge, daha çok Bizans ve Arap siyasi ve askeri gücünün gövde gösterilerine sahne olmuştur.

Harput'un Bizanslıların hakimiyetine ikinci defa geçişi 10. asra rastlar. Bizanslıların İslam alemine karsı giriştikleri büyük seferlerin ilk hedefi daima Harput olmuştur. Nitekim, ilk taarruzda Bizanslılar Harput'u ele geçirmişler ve burada bir vilayet teşkilatı kurarak kaleleri tahkim etmişlerdir. Bizans tarihinde Harput, bugünkü söyleyişe çok yakın olarak "Harpote" diye geçmektedir. Aslında Harput bölgesi de "Mesopotamia" olarak adlandırılmaktadır. Harput'ta Bizans hakimiyeti aşağı yukarı 11. asrin sonuna kadar devam etmiştir.

Harput'un Türklerin Eline Geçisi

Harput ve çevresi, 26 Ağustos 1071 Malazgirt muharebesinden sonra kesin olmamakla beraber 1085 yılında Türklerin eline geçmiştir. Bu ise Selçuklular devrine rastlamaktadır. Harput'un ilk Türk hakimi Çubuk Bey'dir. Çubuk Bey, burada diğer Selçuk ümerası gibi Selçuklu Sultanına bağlı olmak şartıyla bir Hükümet kurmuştur. Kendisine oğlu Mehmet Bey, halef olduğu içindir ki, Harput tarihinde bu devire "Çubukoğulları Devri" denir. Çubukoğulları ve onlarla birlikte gelen Türkmenlerin Harput halkının ecdadını teşkil ettiğine şüphe kalmamıştır.

Harput'un Türkler tarafından alınmasına kadar sadece müstahkem bir kale hüviyetinde kalan bu yer, Türklerle beraber büyüyen bir şehir haline gelmiştir. Çubukogulları devrinden sonra Harput'ta "Artukoğulları Devri" baslar. 12. asrin ilk yıllarında başlayan bu devir, 1234 yılına kadar devam etmiştir. Artukoğullarının, Türkmenleriyle beraber Doğu Anadolu'ya gelip yerleşmelerinden sonradır ki bir kolda Harput'a gelmiştir. Bunlara bu sebeple "Harput Artukluları" denmektedir.

Artukoğulları devrinde; adı hala Harput ve Elazığ'da anılan Belek (Balak) Gazi'nin Harput'un yetiştirdiği en ünlü Türk Fatihi olduğu bilinmektedir. (1965 yılında Harput Turizm Derneği tarafından Belek Gazi'nin, at üstünde güzel bir heykeli yaptırılmıştır.) Onun en önemli hizmeti, Haçlı seferleri sırasında görülmüştür. Selahattin Eyyubi ile mukayese edenler bile olmuştur. (Tarihçiler son araştırmalar ışığında Balak Gazi'nin asil isminin "Belek Gazi" olduğunu ifade etmektedirler.)

Balakgazi'den sonra 1185 yılına kadar Harput'ta yine Artukoğullarından gelen Prensler, hüküm sürmüşlerdir. Bunlardan Fahrettin Karaaslan'ında Harput tarihinde unutulmaz yeri ve eserleri vardır. Karaaslan 1148-1174 yılları arasında Harput'ta hüküm sürmüş ve burada bulunan Ulu Camiyi yaptırmıştır.

1234 yılında Harput'ta Artık Hanedanının hakimiyeti son bulur ve Harput Selçuklu Hanedanına ilhak olunur. Selçuklular devrinde Harput, bir Subaşı tarafından idare edilmiş ve bu devirde " Arap Baba Camii "ve bitişiğindeki türbe hariç önemli bir eser bırakılmamıştır.

Anadolu Selçuklularının bölgedeki hakimiyeti sona erince, 14. asırda Harput'ta bir müddet İlhanlıların daha sonra da Dulkadiroğulları'nın hüküm sürdüklerini görüyoruz. Uzun sürmeyen Dulkadiroğluları devrinden sonra da Harput, 1465 de Uzun Hasan tarafından raptedilmiş ve 40 yil kadar Akkoyunlular'ın idaresinde kalmıştır. Akkoyunlular'dan sonra 1507 yılında Harput, Sah İsmail'in idaresine geçmiştir. 1516 yılında Çaldıran muharebesi'nden sonra Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir.

Osmanlı İdaresine geçen Harput, başlangıçta Diyarbakır Eyaletine bağlı bir sancak halinde teşkilatlandırılmıştır. 1530 tarihli bir kayda göre Harput'ta o zaman 14 Müslüman, 4 ermeni mahallesi vardı. Kamus-ül-a'lam'a göre ise 19. Asrin sonlarında Harput'ta 2670 ev, 843 dükkan, 10 cami, 10 medrese, 8 kütüphane ve kilise, 12 han ve 90 hamam bulunmakta idi.

Yukarıda tarihi devirlerinden kısaca bahsettiğimiz Harput, birbirine benzeyen sebeplerle tarihe karışan birçok eski Türk şehirleri gibi nihayet terkedilmiş ve yerini bugünkü Elazığ'a bırakmıştır. Bugünkü Elazığ, II. Mahmut zamanında, 1834 yılında sark vilayetlerinde ıslahata ve devlet otoritesini yeniden kurmaya memur edilen Reşit Mehmet Pasa zamanında halk arasında " Mezra " denilen şimdiki yerine kurulmaya başlanmıştır. Ayni yıl içinde (1834) hastane, kışla ve cephane binaları yapılmış Vilayet Merkezi Harput'tan buraya nakledilmiştir. Bu nakilde Harput'un artık bir hudut şehri olmaktan çıkması, ana yollara sapa kalması, bilhassa kış mevsiminde ulaşım güçlüğü ve mezranın güzel bir şehir kurulmasına elverişli bulunmaması rol oynamıştır.

Yeni kurulan şehir önceleri eyalet ve bilahare vilayet merkezi olmuş, bir ara Diyarbakır vilayetine bağlı bir Sancak haline gelmiştir. 1875'de Müstakil Mutasarrıflık, 1879'da da tekrar vilayet olmuştur. Osmanlı devletinin son yıllarında Malatya ve Dersim Sancakları da buraya bağlanmış 1921'de bu iki sancakta Elazığ'dan ayrılmıştır.

Sultan Addulaziz'in tahta çıkısının 5. yılında Hacı Ahmet İzzet Pasa devrinde buraya tayin edilen Vali İsmail paşanın teklifi ile 1867 yılında "Mamurat ül -Aziz" adı verilmiştir. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca "EL AZİZ" olarak söylenegelmiştir. Atatürk'ün 1937 yılında şehire teşrifleri sırasında "Azık İli" anlamına gelen "ELAZIK" adı verilmiş, bu isim daha sonra "ELAZIĞ"a dönüşmüştü. 


AĞIN İLÇESİ

Ağın Elazığ ilinin kuzeybatısında olup Elazığ'a yaklaşık 75 Km uzaklıktadır. topraklarının bir kısmı Keban Baraj gölü altında kalmış, diğer kısmı göl kenarında yeşillikler içerisinde leblebisiyle meşhur küçük şirin bir ilçedir.  İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 3.590 köylerle beraber 5.246 dır.

İlçenin Tarihi M.Ö. XVI-XIV yüzyıllarda yöreye yerleşen Hurrilere kadar uzandığı bilinmektedir. Fırat’ın bir kolu olan Karasu, İlçenin doğu sınırı boyunca uzanmakta ve Keban civarında Murat Nehri ile birleşerek asıl Fırat’ı teşkil etmektedir. İlçe Roma devrinden kalma kaya mezarları ve leblebisi ile ünlüdür.

Turistik Değerleri: Kilise yazısı Höyüğü, Kalecikler Höyüğü, Hoşirikte Bizans Kilisesi, Ağın Nekropolü, Pağnik Köyü Öreni, Kara Mağara Köprüsü, Hastek Kalesi, Kaya Sığınağı gibi turistik değerlere sahiptir.

Ağın ilçesinin yolu asfalt olup, yolun Ağın'a yakın bir yerinde feribotla baraj gölü geçilerek gidilmektedir. İlçeden Malatya'nın Arapkir ve Erzincan'ın Kemaliye ilçelerine karayolu vardır.

 

www.agin.gov.tr/     www.agin.bel.tr/     www.aginpostasi.com

 

ALACAKAYA İLÇESİ

Elazığ'ın  güneydoğusunda  ve Elazığ il  merkezine  85  km.  uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 4.034 köylerle beraber 10.113 dür. Alacakaya  İlçesi , Maden , Palu , Arıcak , Ergani  ve  Dicle  İlçeleri  ile çevrelenmiş  olup  il  merkezine  asfalt  bir  yol  ile  bağlanmıştır. 

 Alacakaya'nın  ilçe  olarak  geçmişi  yenidir. İlçenin tarihçesi yörede çıkarılan krom cevherini çıkarılması ile başlamaktadır.Yörede  bulunan  krom  cevherinin    çıkarılması  ve  işlenmesi  amacıyla  1935  yılında  Etibank  tarafından  İşletme Tesisi  kurulması  ve  işletmede  istihdam  edilen  insanların  bölgeye  yerleşmeleri  ile  oluşmuş  bir   yerleşim  merkezidir. Krom  İşletmesinin  zamanla  faaliyet  alanının  genişlemesi  ile  birlikte  gelişen  ve  büyüyen  Alacakaya  1987  yılında  Belediye  1990  yılında  da  İlçe  olmuştur. 12  köyü  bulunmaktadır. İlçede  zengin  krom   yataklarının  yanı  sıra ,  Elazığ  Vişnesi  adı  ile anılan  dünya  çapında  kalitesi  ve  rengi  ile  özel  bir  yere  sahip  zengin  mermer  yatakları da  vardır.

 İlçede  Murat  Hanı adını  taşıyan  tarihi  bir  yapı  bulunmaktadır. Doğal  güzelliklere  sahip  ilçede (Elazığ-Alacakaya  karayolu  üzerinde  Sori  mıntıkasında) görülmeye  değer  bir  şelale  ile  ilçe  merkezine  3  Km.  Mesafede   Gölalan adında bir  gölcük  mevcuttur.İlçe , Dicle  Kral  Kızı  Barajının  tamamlanmasıyla  yaşanmaya  ve  görülmeye  değer  bir  sayfiye  yeri  olmaya  aday  durumdadır.

www.alacakaya.bel.tr/    www.alacakaya.gov.tr/  

 

ARICAK İLÇESİ

İlçe  Elazığ il  merkezine yaklaşık 100  km.  uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 4.478 köylerle beraber 20.596 dır.

 1972  yılında  Belediye  olmasından  sonra  1987  yılında  ilçe  olan  Arıcak'a  halen  belediye  olan  Erimli, Bükardı  ve  Üçocak  kasabaları  ile  26  köy bağlıdır. İlçenin  İl  merkezine  olan  uzaklığı  125  km.dir.  İlçe  topraklarının  çoğunluğu  dağlıktır. İlçe  ekonomisi  tarıma  ve  özellikle  hayvancılığa  dayanmaktadır.

   İlin en yüksek dağı olan 2517 metre rakımlı Hacı Ali Dağı ilçe sınırları içerisindedir. Dicle nehrinin kaynağını oluşturan Mirvan Çayı ilçe merkezinden geçer. Yaz aylarında bu çayın kıyıları mesire yeri olarak tercih edilir. Ayrıca ilçenin Erimli Kasabasında enfes doğal güzelliğe sahip bir şelale bulunmaktadır.

www.aricak.gov.tr   www.aricak.bel.tr   www.aricak.net

 

 

BASKİL İLÇESİ

 

İlçe  Elazığ il  merkezine yaklaşık 38  km.  uzaklıktadır. Doğusunda Elazığ,   güneydoğusunda Sivrice ilçesi, batısında Karakaya Baraj Gölü ve Malatya ili Arguvan ilçesi, güneyde Kale ve Doğanyol ilçeleri, kuzeyinde Keban ilçesi ile çevrili olan Baskil, düz bir arazi üzerine kurulmuş olup; tepe ve dağ yükseltileri ile çevrilmiştir. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 11.772 köylerle beraber 26.811 dir.

Baskil ilçesi yöresinde ilk tunç çağına uzanan yerleşim izlerine rastlanmıştır. Karakaya baraj çalışmaları sırasında çıkan kalıntılar, özellikle Fırat havzasına birçok kavimlerin yerleştiğini göstermektedir. Elde edilen bilgilere göre Hititler burada uzun süreli hakimiyet kurmuşlardır. Daha sonra Asur ve Makedon istilası başlamıştır. En son Romalılar ve Bizanslılar hakim olmuşlardır.

İlçe ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanır. 1996 yılında ilçede kurulan Kayısı Entegre Tesisi il Özel İdare Müdürlüğünce yapılmıştır.

 İlçe dağlık bir bölge olup, Haroğlu ve Hacı Mustafa önemli dağlardır. İlçede yapılan kazılarda buranın Roma ve Bizans döneminde de yerleşim merkezi olduğu ortaya çıkmıştır. Ulaşım kara ve demiryolu ile sağlanmaktadır.

www.baskil.gov.tr   www.baskil.bel.tr  

 

KARAKOÇAN İLÇESİ

İlçe  Elazığ il  merkezine yaklaşık 104  km.  uzaklıktadır. İlçe Elazığ İlinin Kuzeydoğusunda yer alır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 23.994 köylerle beraber 45.023 tür. İlçeye bağlı bir merkez ve Sarıcan Belde Belediye Başkanlıkları olmak üzere iki adet belediye, 88 köy ve 52 adet mezrası bulunmaktadır.

Cumhuriyet  döneminde  kurulan İlçelerimizdendir. 1936  yılında  ilçe  olmuştur. İlçe  yeni  bir  yerleşim  yeri  olduğundan  merkezinde  ve  çevresinde  tarihi  önem  taşıyan  herhangi  bir  yapıya  rastlanmamaktadır. Kuzeyde  Kiğı , doğuda  Bingöl , batıda  Mazgirt  ve  Nazimiye , güneyde  Palu  ve  Kovancılar  ilçeleri  ile  komşu  olan  Karakoçan'ın  ilçe  merkezi  ovalık  bir  alanda  yer  almasına  rağmen   genellikle  dağlık  bir  araziye  sahiptir.

İlçe  ekonomisinde  tarım  ve  hayvancılık  önemli  bir  yer  tutmakla  birlikte,  halkın  büyük  bir  çoğunluğunun   1960'lı  yıllardan  itibaren  yurt  dışında  (Avrupa  ülkelerinde)  çalışmaları  sosyo-ekonomik  yapıyı  olumlu  yönde  etkilemiştir.

İlçenin kuzeyinde yer alan dağlık kesimler meşe ormanlarıyla kaplıdır. Peri Çayı'da ilçenin içlerine kadar uzanmaktadır. Zengin doğal güzelliklere sahip olan ilçede, Peri çayı kenarında bulunan Kolan kaplıcalarını her yıl binlerce kişi sağlık amacıyla ziyaret etmektedir

www.karakocan.gov.tr/   www.karakocan.bel.tr/   www.karakocan.org

www.karakocannostalji.com

 

KEBAN İLÇESİ

İlçe Elazığ il merkezine yaklaşık 46 km. uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 5.962 köylerle beraber 9.562 dir. Keban ilçesine bağlı olan 30 köy, 21 mezra vardır. İlçe Keban Barajıyla birlikte daha çok tanınmıştır.

Keban, Doğu Anadolu Bölgesinin Yukarı Fırat bölümünde yer alan küçük bir ilçedir. Doğuda Elazığ, batıda Arapgir, kuzeyde Çemişgezek, kuzeybatıda Ağın, güneyde ise Baskil ile çevrili

İlçenin hangi tarihte kurulduğu kesin olarak bilinememekle birlikte X. Yüzyıla ait bir yerleşim yeri olduğu , Keban Barajının yapımı nedeniyle yörede gerçekleştirilen kazılar neticesinde ortaya çıkarılmıştır. İlçenin kendisini çevreye duyurması ise Osmanlı İmparatorluğu dönemine rastlamaktadır. Harput’un tarihin çeşitli devrelerinde doğunun stratejik öneme haiz bir kale şehri olmasına rağmen, Keban’ın 1700’lü yıllardan itibaren ekonomik yönden (simli kurşun madeni üretimi ve işletmesi dolayısıyla) canlanmaya başladığı hatta 1834 yılına kadar Eyalet Merkezi olduğu bilinmektedir . Keban 1830’lu yıllardan itibaren eski önemini yitirmiş ve eyalet merkezi Harput’a nakledilmiştir.

www.keban.gov.tr   www.keban.bel.tr   www.keban.net

 

 

KOVANCILAR İLÇESİ

Elazığ'ın doğusunda yer alan ilçe il  merkezine yaklaşık 65 km.  uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 21.255 köylerle beraber 46.390 dır.  1987 yılında ilçe olmuştur.  İlçeye bir teşkilatsız bucak ile 76 köy bağlıdır. Bingöl Elazığ karayolunun Tunceli karayolu ile kesiştiği kavşakta yer alan ilçe düz ve geniş bir ova üzerine kurulmuştur. Yerleşim alanı genellikle yol boyunca uzanmaktadır.

Palu ilçe merkeziyle birlikte batı, güney ve kuzeyi Keban Baraj Gölü ve Murat nehri ile çevrili olan KOVANCILAR ilçesi adeta bir yarımada görünümündedir. Kovancılar ilçesi temelinde alüvyonlar bulunmaktadır. 1. derecede riskli deprem bölgesinde yer alan ilçe Doğu Anadolu Fay Zonu üzerinde bulunmaktadır.

Ekonomisi genelde tarıma dayalı olan  ilçede,  son yıllarda endüstri bitkileri de yetiştirilmektedir. İlçe hudutları içerisinde ETİ Holding Genel Müdürlüğüne bağlı ETİ-KROM A.Ş. Genel Müdürlüğü bulunmaktadır.

Elazığ'ın büyük bir hızla gelişmekte olan bu ilçesinin bugün bulunduğu yer 1934 yılından önce boş ve çorak bir araziden ibaretti. 1934 yılında Romanya'dan 300 hanelik bir soydaş kafilesinin bu bölgede iskan edilmesi planlanmış, 1935 yılında Devlet tarafından mahalli tarzda evler yapılarak söz konusu göçmen kafilesi buraya yerleştirilmiştir. Buraya yerleştirilen göçmen kafilesi için 1934 yılında Romanya'nın 1941 den sonra Bulgaristan'ın Silistre vilayetinin Tutrakan ilçesi Kovancılar köyünden Anavatana göç kararı alındı. Köstence Limanından İstanbul'a gelen soydaş kafilesi bu günkü Kovancılar ovasına gönderilerek civar köylere misafir olarak dağıtıldı.1935 yılı baharında zamanın valisi Tevfik GÜR tarafından Kovancılar'ın temeli atıldı. Türk vatandaşlığına geçirilen Balkan Türkleri çevre köyler halkının desteği ile Kovancılar ovasının batı kısmında yapılan 280 haneli evlere yerleştirildiler. Bu dönemde Çakırkaş ve Şenova köylerine aynı bölgeden gelen Türkler yerleştirildi.Buraya yerleştirilen göçmenler Romanya'daki köylerinin ismini bu köye ad olarak vermişlerdir. Böylece bu yeni yerleşim yerinin adı KOVANCILAR olmuştur.    

 T.C. tarihinin ilk planlı köyü olma özelliğine sahip olan bu yerleşim yeri çalışkan vatandaşlarımız sayesinde hızla gelişmiş ve 1967 yılında belediye teşkilatı kurularak 19.09.1988 tarihinde 3352 sayılı kanunla Elazığ'a bağlı bir ilçe olmuştur.

 www.kovancilar.gov.tr   www.kovancilar.bel.tr   www.kovancilarhaber.com

 

MADEN İLÇESİ

İlçe  Elazığ il  merkezine yaklaşık 80 km.  uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 759  köylerle beraber 21.699 dir.  Elazığ - Diyarbakır yolu üzerinde bulunan ilçeye bir belde (Gezin) , 37 köy bağlıdır. Elazığ'a 80 km. uzaklıkta olup, ulaşım kara ve demiryolu ile sağlanmaktadır. 

Maden Doğu Anadolu Bölgesinde, Doğu Torosların batı kesiminde, Yukarı Fırat bölümünde, Elazığ İli sınırlarında ve Dicle Nehri'nin yukarı kesimindedir. İlçenin doğusunda Ergani ve Dicle, batısında Sivrice ve Elazığ Merkez, güneyinde Ergani, Çermik ve Çüngüş, kuzeyinde Palu ve Alacakaya yer alır.

Bilinen tarihi kaynaklara göre , İlçenin tarihi M.Ö. 2000 yıllarına kadar uzanır. Bölgeye M.Ö. 1450 yıllarında Mitanni Krallığı, M.Ö. 30, M.S. 180 yıllarında Roma İmparatorluğu , M.S. 1077'de Selçuklular hakim olmuşlardır. 1515 yılında doğuya sefer düzenleyen Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan  Selim tarafından  Maden ,   imparatorluk topraklarına katılmıştır.  Maden ilçesi, Doğu Torosların devamı olan Mihrap dağı eteklerinde , dar bir vadinin yamaçlarında kurulmuştur.

Maden İlçesinin iş ve çalışma hayatında en büyük rol 1936 yılında Etibank'a devredilen Ergani Bakır İşletmesinin olagelmiştir. Bu müessese uzun yıllardan beri ilçe halkı için önemli istihdam imkanları yaratmıştır.  

www.maden.gov.tr/   http://maden.bel.tr/

 

PALU İLÇESİ

İlçe  Elazığ il  merkezine yaklaşık 77 km.  uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 10.103  köylerle beraber 25.550 dir. İlçeye Bağlı Beyhan ve Baltaşı beldeleri vardır.

İlçe arazisi Murat suyu civarındaki düzlükler ile güneydeki doğu toros silsilesini oluşturan Ak dağlardan meydana gelir. Murat Nehri İlçe topraklarının içinden geçmekte olup,vadisi genellikle dik ve sarptır.

 İlçenin  doğusunda  Bingöl  İli,  batısında  Elazığ,  kuzeyinde  Kovancılar  İlçesi,  güneyinde  Arıcak  ve  Alacakaya  ilçeleri  bulunmaktadır.  İlçe Murat  nehri  vadisinin üzerindedir.

İlçenin  tarihi  oldukça  eskidir.  Yörede  ilkçağ  ve  ortaçağdan  kalma  birçok  eser  vardır.  Palu  ve  çevresi  Urartu,  Roma  ve  Bizans  hakimiyetlerinde  kalmış,  Halife  Hz.  Ömer  devrinde  İslam  orduları   buraları   fethetmiştir (634).  Bir  müddet  sonra  Bizanslılar  Palu  ve  Çevresini  yeniden  alarak  Selçuklu  akınlarına kadar  bölgede  varlıklarını  sürdürmüşlerdir.  Palu  yakınlarındaki  Şimsat  kalesi,  o  dönemde  oldukça  önem  arz etmiştir.

Selçuklular  bu  toprakları  ele  geçirdikten  sonra  önce  Çubukoğullarının  daha  sonra  da  Artukoğullarının  bölgede  hakimiyetleri  görülür.  Osmanlı  Hükümdarı  Yavuz  Sultan  Selim'in  komutanlarından  Karaçinoğlu  Ahmet'in  1515  yılında  bölgeyi  fethiyle  yeni  bir  dönem  başlamıştır.

Palu Cumhuriyetin ilanına kadar Diyarbakır İline bağlı Ergani-Maden Sancağının bir Levası (İlçesi) olarak idari taksimatta yer almıştır. Kale çevresinde görülen kalıntılardan zaman içerisinde Palu merkezinin yerleşme alanının üç kez değiştiği anlaşılmaktadır. İlk yerleşme yeri bugünkü Palu"nun 1.5 km. kadar doğusunda yer alan hakim kurulu Kale içidir. Daha sonra genişleyerek Kalenin eteklerinde yayılan Palu sırasıyla Yangın ve heyelan nedeniyle iki defa yer değiştirmiş ve nihayet 1953-1954 yıllarında bugünkü talabi bağları mevkiine  yerleşmiştir.

Tarihi değerleri ; Palu Kalesi, Kara Cemşit Bey külliyesi, Merkez Camii, Alacalı Mescit, Ulu Camii, Küçük Camii.

www.palu.bel.tr   www.palu.gov.tr/    www.paluder.org

 

SİVRİCE İLÇESİ

İlçe  Elazığ il  merkezine yaklaşık 30 km.  uzaklıktadır. İlçenin nüfusu 2000 yılı nüfus sayımına göre merkez 5.432 köylerle beraber 13.928 dir.  Elazığ - Diyarbakır yolu üzerinde bulunan ilçemizin en önemli doğal güzelliği Hazar Gölüdür.

İlçenin  tarihi  ile  ilgili  olarak  Selçuklu  öncesine  dayalı  çok  kesin  bilgi  ve  belgeler  yoktur.  Öyle ki  Hazar  Gölü  altındaki  Batık  Şehrin  tarihi  bile  kesin  olarak  ortaya  çıkarılamamıştır.  Sivrice,  1936  yılında  ilçe  olmuştur.  Gözeli  adında  bir  bucağı  ve  49  köyü  vardır.  Doğu  Torosların  bir  parçasını  teşkil  eden  Hazar baba  ve  Mastar  dağları  arasına  sıkışmış  olan  Hazar  Gölünün  batı  sahiline  kurulmuş  olan  Sivrice  ilçesi,  doğudan  Maden,  batıdan  Baskil,  güneyden  Pötürge,  kuzeyden  ise  Elazığ  ile  çevrilidir. 

  Bulunabilen mevcut kaynaklara göre Sivrice İlçesi; Bizans döneminde Müslüman Arapların hücumlarına maruz kalmış zaman zaman el değiştirmiştir. 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Türk toprağı olmuştur. Fetihten sonra bölgeye hakim olan çeşitli Türk beyliklerinin idaresinde kalan bu topraklar 1234 yılında Alaattin Keykubat tarafından 1243 Kösedağ Savaşından sonra da İlhanlıların kontrolüne giren bölge, Fetret Devrinde Dulkadir Oğulları Beyliğinin sınırları içerisinde kalmıştır. 1366'dan sonra Memlüklu'ların eline geçen bu topraklar 1465' ten itibaren Akkoyunlu, 1514 Çaldıran Zaferinden sonra Yavuz Sultan SELİM tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Sivrice  ilçesinin  en  büyük  varlığını  teşkil  eden  Hazar  Gölü,  eşine  ender  rastlanan  göllerden  biridir.  Özellikle  Elazığ  ve  çevre  illerin  eğlence,  dinlenme  ve  tatil  merkezi  durumundadır.  Göl  çevresinde  25'e  yakın  Kamu  Kurum  ve  Kuruluşlarının  kamp  ve  dinlenme  tesislerinin  yanı sıra  halka  açık  tesislerde  bulunmaktadır.  Son  yıllarda  çeşitli  siteler,  yazlıklar  ve  ikinci  konutlarla  çevresi  bir  hayli  renklenen  Hazar  gölü,  turizmin  yanı sıra  balıkçılık  için de  elverişli  olup,  İlçeye  ekonomik  yönden  bir  katkı  sağlamaktadır. 

Yine bu ilçemizde Hazar Baba Dağında kayak yamaç paraşütü gibi etkinliklerde yapılabilmektedir.

 www.sivrice.gov.tr   www.sivricehaber.com


ELAZIĞ KÜLTÜRÜ HAKKINDA KISA BİLGİ

Elazığ-Harput hem stratejik hem de doğal kaynakları nedeniyle Paleolotik dönemden beri yerleşmeye sahne olmuştur. Türk hâkimiyetine kadar eski kavimler yörede önemli devletler ve uygarlıklar kurmuşlardır.1085 yılından sonra Türkler Harput ve civarını kale ve askeri şehir konumundan çıkartmaya başlamış, Osmanlı imparatorluğu döneminde ise kültür, sanat ve ticaret merkezi haline getirerek, Harput’un her zerresine Türk damgası vurmuşlardır. Dünün Kalesiyle, mektep ve medreseleriyle, camileri, hanları hamamları, çarşıları alim ve sanatkarları ile ünlü Harput’u; aynı özelliklerini zaman içerisinde geliştirerek bugünün önemli bir merkezi haline gelmekte olan Elazığ’ı ortaya çıkarmıştır.

Binlerce yıldır insanların üzerinde yaşadığı Harput, Türk sahiplerinin Orta Asya’dan getirdiği öz değerleriyle çok zengin ve anlamı bir hayat tarzı ortaya koymuştur. Bu sebeple ilimiz kültür unsurları bakımından çok zengin değerlere sahiptir. Örf, adet, gelenek ve görenekleri, törenleri, türkü ve manileri, halk tecrübesini yansıtan halk hekimliği, geleneksel el sanatları ve halk oyunları, mutfağı vb. milli kültürümüz içerisinde kendine has özelikleriyle ölümsüz yerini almıştır.


ELAZIĞ ÖRF-ADET-GELENEK-GÖRENEKLERİ 

EVLİLİK:

Görücüler ve Denemeler :

Elazığ ve köylerinde evlenme yaşı kızlarda genelde 17-18'dir. Erkelerde ise ağırlıklı askerlik yapması ve iş güç sahibi olması ile orantılıdır. Evelenmeler genelde görücü usulü olmakla beraber, sevme ve kaçırma olaylarıylada evlilikler olmaktadır. Sanıldığı gibi Elazığ ilinde Beşik kertmesi fazlaca yoktur. Tavsiye edilen kızların evlerine ilk defa, oğlanın anası veya hala ve teyzesi ile en yakınlarından birkaç kadının birleşerek görücü sıfatıyla gitmeleriyle başlanırdı. Bu toplu ziyaretlerden, kız tarafı bazen haberdar edildiği halde, çok defa da habersiz olurdu. Haberleri varsa evin her tarafına çeki düzen verilir.            

Görücüye çıkacak kızlar şu şekilde giydirilirdi: İpekli veya basmadan, etekleri geniş, boyları ayakları kapatır biçimde uzun bir entari... Belinde, ya Van işi gümüş bir kemer veya renkli kadife üzerine gümüş plakalar işlenmiş yerli bir kemer ve yahut kızların kendi elleriyle ördüğü bir bel bağı... Bunların arasına sıkıştırılmış bir ipek mendil... Ayaklarında rugan bir kundura veya basık bir pabuç... Başında dört başlı iğne danteli bir oya. Arkasında beline kadar uzayan örgülü saçları bölük, bölük... Boynunda iri ve renkli Neceflerle dizili ve ortasında bir beşi birlik, yan taraflarında birer ikişer altın bulunan bir gerdanlık... Elleri titrek, göğsü kabarık, yüzünün alı al moru mor... Mahcubiyetten ayakları bir birine dolaşmakta... İşte Harput� un bu tipteki asil ve melek yüzlü kızları, bu eda ve tavırları ile görücüye çıkarlardı. Kimsenin yüzüne bakmadan ve kimse ile konuşmadan misafirlere tepsilerle kahve getiririr ve gelenlere görünürdü.

Görücüler, bütün dikkat ve nazarlarını kızın üzerine çevirince kız, büsbütün şaşırır, yüzü renkten renge girerdi. Görücüler, her şeyden evvel kızın vücudunda herhangi bir arıza olup olmadığını, sonra yüz güzelliğini, boyunu, gezmesini, hizmet etmesini iyiden iyiye incelemek ve kızı daha yakından görmek için her birisi ayrı ayrı, kızdan bir şeyler isterler... Kimisi su, kimisi konsolun veya masanın üzerindeki herhangi bir süs eşyasını bahane ederek kızdan isterler... Hülasa kızı haddeden geçirdikten sonra, kız evinden çıkarlar. Muvafık mı, değil mi münakaşası kız evinin hemen kapısının önünde başlar... Eve dönülünce, görüşlerini aile büyüklerine anlatır, şöyle soylu, şöyle boylu diye överlerdi. Bazen de bunu aksi olabilirdi. Karar verilince, evvela hususi bir aracı gönderilerek karşı tarafın düşünceleri sorulur... Muvafık cevap alınırsa teşebbüse geçilirdi. Yoksa evli evinde, köylü köyünde!..

Kız İsteme ve Şerbet İçme :

Kız evinden muvafakat cevabı alınca evlenmenin ilk olayları başlamış demektir. Baba, amca, dayı veya yakın akrabalardan bir kaçı kızın babasına gider, kızı resmen isterdi. Cevap: Allah kısmet etmiş ise biz ne diyebiliriz? Hayırlı ise olsun... Değilse olmasın!.. gibi alçak gönül ve tevekkül ile ya bir Evet! veyahut bir bahane ile hayır! diye de cevap verilebilirdi. Evet cevabı alınırsa birkaç gün sonra da, oğlanın yakınlarından birkaç kadın, kız evine gider annesinden de kız istenirdi. Bu o demektir ki, o zamanlarda bile bu gibi içtimai ve önemli işlerde kadınlara da yer veriliyordu. Bundan sonra taraflar arasında �şerbet içme� merasimi yapılırdı, aynen şöyledir:

Oğlan evi tarafından yakınları, dostları ve konu komşudan hatırı sayılanlar birkaç gün önceden bu merasime davet edilirler. Belli gün ve saatte oğlan evine gelen davetti topluluğu topluca oğlan evinde kız evine kadar yürüyerek giderler ve kız evi tarafında karşılanırlar. Kız evinde de aynı nicelikte davetliler bulunurdu. Bu misafirler hep bir arada büyük selamlık odalarında veya geniş sofalarda otururlar, zemin ve zamana göre konuşulurken. Tarafların arasında işten anlayan birkaç kişi seçilerek başka bir odada oğlan tarafının vereceği başlık ve diğer eşyanın cinsi ve miktarı üzerine görüşmeler başlardı. Bazen bu işte taraflar arasında çok sert tartışmalar ve büyük anlaşmazlıklar olur ve bu soğuk hava içinde evlenmenin geri bırakıldığına ve davetlilerin şerbet içmeden dağıldığına da tesadüf edilirdi. Anlaşmada muvafakat oldu mu, güzel sesli hafızlar tarafından Aşr-i şerifler okunur, büyük tepsiler içerisinde ya hint işi madeni kupalar veya çok eski devirlere ait renkli, çiçekli, kesme billur bardaklarla şerbetler dağıtılır, içildikten ve taraflar tebrik edildikten sonra merasime son verilirdi.

Nişan Bohçası ve Gelin Elbisesi :

Evlenmenin ikinci aşamasını teşkil eden nişan bohçası, şerbet içildikten bir kaç gün sonra oğlan evi tarafından kız evine gönderilir. İçinde: Bir elmas yüzük, bir çift elmas küpe, birkaç beşi birlik, uzun altın kordonlu bir altın saat, bir gümüş su tası, bir gümüş ayna ve bir çift gümüş na�lin�le birlikte bir takım ipek sırmalı entarilik, üç dört tuht kına vs.Bu eşyalar işlemeli patiska bir bohçaya istif edildikten sonra tekrar ikinci bir sırmalı atlas bohça içine konularak iki kadın vasıtasıyla kız evine gönderilir, ev halkı tarafından neşeyle karşılanır, konu komşuya ve yakın akrabalara haber gönderilir. Bunlarda geldikten sonra merasimle bohça açılır�İçindeki eşya elden ele incelenir ve sonunda nişan bohçasının maddi kıymetine göre, götüren kadınlara bahşişler verilir. Bundan sonra nişan bohçası, nişan�ı görmeğe gelen bütün misafirlere ayrı ayrı gösterilerek teşhir  edilirdi.

Nişan Bohçasından sonra, nişanlı kızın, oğlan evine mensup kadınlardan kaçmaması, yani yüzünü gözünü örtmemesi ve sonrada hayırlı olsun demek için oğlan evine mensup kadınlardan bir grup misafirleriyle birlikte kız evine giderler. Kız evinde gelinlik kız süslenmiş, bezenmiş, takmış takıştırmış ve fakat başı ve yüzünün tamamı örtülü ve yalnız gözlerinin açık bulunduğu bir kıyafetle ortaya çıkarırlar. Baş da kayın validenin, görümcenin ve sırasıyla misafirlerin ellerini öper, öptükçe her biri ayrı ayrı kızın boynuna, ya bir beşi birlik veya bir altın veya münasip birer hediye vermekle kızın başındaki örtü açılınca, yüzü, başı meydana çıkar ve bir daha örtünmez. Serbest olarak misafirlerin yanlarına her zaman için girer çıkar ve konuşur da...

Bu merasimden sonra kız evi tarafından oğlan evinin erkeklerine bir gelin ziyafeti, bunun ardından da biçki ziyafeti diye oğlan evinin kadınlarına ziyafetler verilir. O gün geline kaç kat elbise yapılacaksa hepsi birden kadın terziler tarafından biçilir, kumaşlar kesildiği sıra, oğlan evinin misafirleri, kesilen bu kumaşların üzerine para serperler ki, bu paralar terzilere aittir.Yine bu günlerde oğlan evi ilgililerinden alınan para ile kızın bütün noksanları tedarik edilir ve ayrıca kızın bizzat hazırladığı çeyiz sandığındaki eşya, gerek kız ailesi tarafından verilen, gerekse oğlan evinden katırlara yükletilmiş veya hamalların sırtında gönderilen ev eşyası ile evvelce gelen nişan bohçasındaki eşya ve mücevherat ve bugüne kadar getirilen hediyelerle birleştirilerek, kız evindeki bir sofada veya büyük odalardan birinin üç bir tarafına sıra ile muntazam dizilmek suretiyle istif edilirdi.

Başta kızın rahle�si pembe tüllere sarılmış olduğu halde çeyiz eşyasının üst başında yer alır. Bunun yanında büyük bir cam çekmece vardır ki, içi gelinin altın ,gümüş ve elmas gibi kıymetli emaretleri ile dolu �ve diğer ev eşyaları �Karşı tarafta ise yataklar, yorganlar,yastıklar, makatlar,oda takımları�Sandıklar�Kilimler ve halılar� Bunlardan sonra kahve , şerbet ve matbah takımları, tunç mangallar ve saire gelirdi. Bu eşya ve bu sergi , bir hafta kadar şehrin bütün kadınlarına açıktır ve serbesttir. Kadınlar kafile kafile gelir, çeyiz odasını seyr-ü temaşa eder ve hayırlı olsun temennileriyle dönerlerdi ki, bu merasime de (Çeyiz Görme) denilirdi.

Çeyizin konulduğu günün ertesi gününde ise Kına Hamamı töreni yapılırdı. O gün için herhangi bir hamam, kız evi tarafından hariçten bir tek müşteri kabul edilmemek suretiyle öğleden akşama kadar kabul edilir ki, bu zenginlere mahsustur. Orta ve diğer aileler umum arasında herhangi bir hamama misafirlerini davet ederlerdi. Oğlan ve kız evlerinin davetlileri belli saatte hamama gider, tefler ve türkülerle karşılanırlardı. Misafirler, hamamın dört bir tarafında yerlerini alınca evvela şerbetler ikram edilir ve sonra yıkanmaları için her misafirin kildan�ına birer kalıp sabun konulur, o sıralarda gelin kızda hamama getirilmiş bulunurdu� Yine tefçiler çalarak, çağırarak gelini karşılarlar� Gelin yerine oturur, elbiselerini çıkarır, havlulara sarılır, natırlar kollarına girer ve iç hamama doğru yönelince bütün misafirlerde gelini takip ederler� Tefler çalınarak, tefçiler tarafından uzun havalar ve türküler söylenerek iç hamama geçilir�Göbek taşının etrafında gelin ve tefçiler ayakta yerlerini alınca gençler oynamaya başlar�Neş�e ve gülüp söylemeler arasında gelini yine natırları koltuklayarak ısı kürüne götürür�Natırlar tarafından yıkanır ve yine aynı şekilde göbek taşına getirilerek oturtulur.

İlgililer tarafından evvelce hazırlanmış olan kına tabağı ortaya getirilerek gelinin ellerine ilk kına konulur. Bu arada tefçiler de mani söylerler. Bu sıra davetliler tarafından gelinin başına ufak paralar serpilir. Bu arada misafirlerde yıkanmış bulunurlar. Merasim burada sona ermiştir, herkes elbisesini giyerek hamamdan çıkar ve evlerine dağılırlar.

Çeyiz (cihaz) Yazma, Nikah Merasimi :

Şimdi düğün için erkek ve kız evlerinde hummalı bir faaliyet başlamıştır. Oda döşemeleri için makat şilteleri, yastıklar, yataklar, halı ve kilimler�Kızın emanetleri, gelin elbiseleri, hediyelik eşya matbaa ve kahve, şerbet takımları;leğen ibrığına kadar bütün bir aile yuvasına lüzumlu olan eşyalar hazırlanmış olur� Bu hazırlık en tez bir iki ay için de tamamlanırsa da bazen aylarca devam edilenler de görülürdü Nihayet işler bitince yukarıda açıkladığımız şekilde (ÇEYİZ YAZMA) ya hazır duruma getirilmiş olurdu.

İçtimai hayatımızda evlenmelerin önemli bölümlerinden biriside ÇEYİZ yazma denilen bir olaydır ki, buda şöyle olurdu: Taraflar arasında görüşüp kararlaştırılan bir günde ve çok defa Cuma gününün erken saatlerinde oğlan evinin davetlileri oldukça kalabalık bir topluluk halinde kız evine giderler� Aynı miktarda kız evinin davetlilerini orada bulurlardı� Misafirler karşılanır, ikram edilir ve sonra içlerinden mutahassıs dört kişi seçilerek bunların içinde yazısı güzel bir kimse, büyük ve kalın bir tabak beyaz kağıt üzerine haftalardan beri teşhir edilen bütün bu çeyiz eşyasının isimlerini birer birer << Gül Dökümü >> denilen tarzda yazar ve bilir kişiler tarafından her eşyaya kıymet biçilince, bunu eşyaların altına ve sıranın yekununa da sağ taraftaki sütuna kaydeder. Bu sütunun toplamı da aşağıya alındıktan ve altına da tayin ve tesbih edilen ( MİHR_İ MUA�CCEL) kıymeti yazdıktan sonra toplanır ki, bunların tümü kadına aittir. Hata o kadar ki, bu defter tanzim edilince, altı misafirler arasında mevki sahibi büyükler ve tüccarlardan sekiz on kişinin isimleri yazılmak suretiyle kendilerine şahit olarak imza ettirilir. Sonra bu defter gelinin elbise sandığının dibine konulur ve burada ölünceye kadar saklanılırdı. Bu defterdeki eşya kamilen kıza aittir, ölüm ve boşanma gibi ayrılıklarda, bu defterdeki bütün eşya aynen mümkün olmasa tutar bedeli, Mehr-i Muac�el ve Mehr-i Müeccel ile birlikte kadına verilir, şayet, verilmese hükmen alına bilir. Ölülüm halinde mirasçıları varsa, her şeyden evvel bu defterdeki eşya zayi edilmiş ise bedeli ile Mehr-i Muac�cel ve Mehr-i Müecceli terekesinden ayrılarak kadına verilir.

İşte kız ve oğlan aileleri tarafından evlenecek olan eşyanın, bundan 60 � 70 yıl kıymeti 354 altundan fazla tutmaktadır ki, bu günkü rayice göre 36 000 küsür lira değerinde bir kıymet ifade etmekte ve bununla bir aile yuvası kurulmuş demektir.Harput�un eski aileleri arasında boşanma yoktu: Bu konuda o kadar hassas davranılırdı ki, boşanma kelimesini ağzına alan kimsenin bile nikahından şüphe edilirdi. Bu sebeple boşanmalar nadiren görülürdü. Boşananlara iyi bir nazarla bakılmazdı. Boş yere değil, rahmetli Mehmet Akif, safahatında bu konuya dair şu ateşin mısraları yazmış,bizlere bırakmıştı.

�Müslümanlıkta şeri�at bunu emretmiş imiş,
Hem alır, hem de boşarmış, ne kadar sade imiş�
Karı tatliki için, bak ne diyor Peygamber:
Bir talak oldumu dünyada? Semalar titrer.�

Rahmetli şimdi gözünü açsa da mahkemelerdeki boşanma dosyalarının miktarına bir göz gezdirse acaba neler yazmazdı.

Eski zamanlarda (Talak) boşanma hüküm ve salahiyeti, şimdiki gibi hakimde değil, erkeğe verilmiş bir haktı, kadınlar boşanma davası açamadıkları gibi boşanma kelimesini ağızlarına bile alamazlardı. Bu yönden kadınlar, erkeklere karşı hürmetkar, ev ve aileye dört elle bağlıydılar. Hatta bir kadın, geceleri kocası eve gelmeden yatağa giremezdi, onu bekler, gelince karşılar, ondan sonra erkek yatağına girer, arkadan da kadın! Hele bu geleneğe bilhassa evlenmelerin ilk yıllarında çok riayet edilirdi. Harput�ta bu konuya temas eden birde koşmaca vardır:

Ata sözü tutmayan evlat.

                    Kocasından evvel yatan avrat.

                    Yedeğe gelmeyen at.

Bunların hiç biri makbul sayılmazdı. Bir taraftan çeyiz yazılırken, diğer taraftan da nikah işine başlanılmış olurdu ki, bugünkü nikahlara hiç de benzemezdi. Şimdi evlenecek çiftlerin müştereken imzaladıkları bir beyannameleri ile kanuni formalitesi tamamlandıktan sonra yüzlerce davetlinin huzurunda evlenme memurunun karşısındaki koltuklara kurulur, memur tarafından kabulleri hakkında bizzat kendilerine yapılan sorulara: Güle,söyleye Evet Kabul ediyorum. Diye cevap vermelerine hiçte benzemezdi.

Çeyiz yazma ve nikah kıyma günlerinden birkaç gün evvel ilgililer tarafından memleketin kadısına şifahen müracaat edilerek bir evlenme izinnamesi istenirdi. Kadı Efendi de izinnameyi yazar verirdi. Bu izinname, çeyiz yazma ve nikah gününde davetliler arasında bulunan mahalle imamına verilirdi. O devirlerde herhangi bir kadı veya bir kız erkeklerin yanına başı yüzü açık çıkamaz ve konuşamazdı. Bu sebeple izinnamede ismi yazılı kız vekili yine izinnamede isimleri yazılı iki şahidi de yanına alarak harem dairesine gider. Gelinin bulunduğu odanın kapısı önünde dururlar. Kızın vekili, oda kapısının arkasında bulunan kıza hitaben: �Efendiye nikahını kıyılması için beni vekil ediyor musun? Diye sorunca içerden evvela hıçkırıklarla dolu bir ağlama sesi işitilir. Gelin kız bu soruya kolay, kolay cevap veremez. Nasıl verebilsin ki, bu Evet, o kızın bütün hayatı boyunca saadet veya felaketinin sebebi olabilirdi. Bu yaşa kadar büyüdüğü, yetiştiği bu sıcak ana baba yuvasından kendisini ebediyen ayıracak olan bir Evet� Sonra bilmediği, tanımadığı hatta yüzlerini bile görmediği yabancı bir aile içine�Huyunu, tabiatını bilmediği bir erkeğin kolları arasına kendi kendini edecek olan bir Evet� Buna kolay kolay Evet denilemezdi. Bu yönden Gelin kız haklıydı ve gözyaşları da tam yerindeydi. Aradan dakikalar geçiyor� Dışarıdakiler sabırsızlanıyorlar�Gelin hala kendine gelememiş�Ağlayıp duruyor. Nihayet içerdeki kadınların ibram ve ısrarıyla kurumuş solgun dudakları arasında güç hal bir Evet kelimesi çıkabiliyor ve bu kelimeyi dışarıdan işitenlerde hemen selamlık tarafına geçiyorlar bunun üzerine İmam Efendi misafirlerin bulunduğu yerde veyahut diğer bir odada hususi surette hazırlamış olan bir minder üstüne diz çökerek oturur. Şahitleri, sağına ve soluna, oğlan ve kız vekillerini de karşısına alarak iki ellerini dizlerinin üzerine koyar, diğerlerinin de aynı şekilde oturmalarını ihtar ederek şu şekilde tevbe ve istiğfare başlardı:

<

İlahi yarabbi! İlahi yarabbi! Eğer bizim elimizden, dilimizden ve sair azay-ı cevarihlerimizden bilerek bilmeyerek kelime-i küfür, şirk hata, isyan her neki, vaki ve sadir oldu ise biz bunların cümlesine tevbe ettik, rucu ettik, pişman olduk, bir dahi işlememeğe azm-ü cezm-ü kast eyledik. Peygamberlerin evveli Hazret-i Adem. Ahırı iki cihan serveri Muhammed�enil-Mustafa Sallallahü Aleyh-i ve sellem. Bu ikisi ve bu ikisinin arasında her ne kadar peygamberan-ı İzam ve Resul-i Kiram geçmişler ise biz onların hepsine inandık, iman getirdik, haktır ve gerçektir. Şeklinde devam ederek salatü selam, tevbe istiğfar ederlerdi.

VEÇ :

Düğünlerimizde << çeyiz >> eskiden önemli bir yer tutar ve bu CEHİZ�in Düğün evlerine nakli münasebetiyle (CEHİZ ALAYLARI) tertib edilmiş. Bu asil ve faydalı geleneğin az çok tatbikinde bizleri de görgü şahidi olarak kabul edebilirsiniz.ÇEYİZ yazılınca ve nikah kıyılınca ÇEYİZ eşyasının kız evinden oğlan evine nakli gelirdi ki , bunun topuna birden (VEÇ) denilirdi. Bunlardan bir kısmı çarşaflara sarılarak denk halinde, bir kısmı da sandıklara yerleştirilecek düğünden birkaç gün evvel boyunlarında ufak , yan taraflarında ise çok büyük ve adeta kilise çanları gibi ses veren çıngırdak (Çıngırdah) larla ve rengarenk yün ipliklerden yapılmış püsküllerle süslenmiş semerli katırlara yükletilerek emin ve yakın bir kişini idaresin de oğlan evine gönderilirdi.

Bu VEÇ eşyasının azlığı veya çokluğu nisbetinde hayvan kullanılırdı. İki katırdan tutunuz da yedi sekiz, hatta bazen 10-12 katır yüklü Veçlerin gönderildiği çok defa görülürdü. Her bir katırın yanında bir hizmetçi bulunurdu ki, bunlar kız evi tarafından hediyelik olarak verilip de sağ taraf omuzlarından atılmış ipek kumaşların gururuyla yürürler ve çok defa da oğlan evi tarafından eşyanın teslimi sırasında sol taraf omuzlarına aynı karakter ve aynı pahada kumaşlar sarılırdı .Bunlardan başka bu katırcıların her birine ayrı, ayrı para bahşişleri verildiği gibi bilhassa Güveyiden de ayrıca bahşiş almadan yükleri yere indirmezlerdi .Bu eşyalarla beraber kız evinden bir de kadın gelirdi ki, buna da << YENGE >> denilirdi. Yenge aynı zamanda gelinin bütün eşyasının muhafazasına memurda .. Gelin odası döşendikten sonra yenge kapıları kapatır, odaların anahtarlarını beline asmak suretiyle gelin gelinceye kadar muhafaza eder ve kimseye vermezdi. Bundan başka yengenin ikinci vazifesi de gelinin maneviyat ve cesaretinde kendisine müzahir olmak, öğütler vermek, yabancı bir eve, yabancı bir erkeğe gelini ısındırmaktı.

Kına Geceleri, Gelinin Ellerine Kına Koyma ve Saç Kesilme Merasimi :

Kınageceleri , düğün günlerinin arefesinde oğlan evinde erkekler, kız evinde kadınlar tarafında yapılırdı. Kına gecelerinde çalma, çağırma, oyunu ve eğlence,diğer günlere nazaran daha şatafatlı daha canlı ve üstün olurdu .Bu gecelere bilhassa gençler ve orta yaşlılar davet edilirlerdi. Davetliler evvelden hazırlanmış olan sofralarda akşam yemeklerin yerler�İçlerinde işaret edenler varsa başka başka odalara alınır, yer içer eğlenirlerdi. Düğün evinin kapısında bu gece daha çok kalabalık göze çarpar, iğne atsan yere düşmezdi. Davullar öyle coşmuştur� ki, tarif edilemez. İçeride misafirler de ince saz takımını ahengi arasında neşe ve samimiyetle eğlenmektedirler.

Belli saat gelip çatınca, evin veya konağın odalarında, Salon ve sofalarında bulunan misafirler, önlerinde saz takımı olduğu halde kapının önüne çıkınca alay şu suretle tertiplenirdi. En önde Ehehıci ( Münadi ) .. Arkasında beş on Meşale taşıyanlar .. Aralarında Fişenkçiler .. kalkan kılıççılar .. Davul ve zurnalar ..Bunları takiben yine Meşaleciler .. İnce saz takımı .. Bunların arkasından misafirler .. gülüp söyliyerek, davullar, zurnalar, sazlar çalınarak, Maya ve hoyratlar söylenerek büyük bir alay halinde Düğün evinden hareket edileceği sıra biri,biri arkasından atılan havai fişenkler alayın hareketini her tarafa duyururdu.

Güveği, daha uzak mahallelerden birinde sağdıcın veya başka bir dostun evinde bulundurulur. Yeni elbiseleri giymiş, tepeden tırnağa süslenmiş .. Ayağında rugan ayakkapları .. Onun üstünde mavi veya lacivert çuhadan elifi bir şalvar veya pantolon .. Üzerinde aynı kumaştan uzun veya kısa bir ceket .. Çeketin altında ipekli yerli fabrika kumaşından renkli yelekler. Sinek kaydıran bir tıraş .. Başda dalfes. Yanında aynı kılık ve kıyafette sağdıcı, alaya intizar etmektedirler. Alay bu evin önüne gelince, içlerinden birkaç kişi Güveğinin bulunduğu eve girer ve beraberlerinde getirdikleri ipekli bohçayı açar, içinden iki tane sırmalı ipek abayı çıkararak birini Güveğiye, diğerini de sağdıca giydirirler ki, bu Abalar, oğlanın babası tarafından o gece için Güveği ve sağdıca hediye olarak gönderilmiştir. Sonra Güveği, Sağdıç aşağı inenler .. Sağdıç, Güveyi sağına alarak yürümeye başlar, Alaydaki dostları Güveğiyi ve sağdıcı aralarına alarak yine aynı tertip üzere alay Düğün Hamamına doğru yol alır. Maya , Hoyrat, Davul, Zurna sesleri bütün şehrin sokaklarını çınlatır .. Hevai fişenkler atılır ..Alay böylece evvelden tutulmuş büyük hamamlardan birisinin önüne gelince durur. Misafirler, Güveği, Sağdıç, çalgı takımları hepsi birden hamama girerler, evvelden hazırlanmış, içerisine kına koyulmuş ve mumlar dikilmiş 20-25 tabak muma dağıtılır. O sıra çalgıcılar (Çayda Çıra) havasını çalmaya başlayınca evvela Güveği ile sağdıca kına oynatılır, sonra misafirler sırasıyla oynar ve eğlenirken Güveği ile sağdıçda soyunarak(Elbise çıkarmak)

İç hamama girerler .. Misafirlerden arzu edenler de soyunur, yıkanırlar. Güveği yıkandıktan sonra evden ipekli bohçalar içinde hamama getirilen ipek ve melez iç çamaşırları giydirilir. Güveği hamamda gerek kendisine, gerek misafirlere hizmet eden telaklara ve hamamcıya ayrı,ayrı bolca bahşişler dağıtarak hamamdan çıkılır. Şimdi alay düğün evinin yolunu tutmuştur. Düğün evine gelince :Saz takımı kapının bir tarafına geçerek kayabaşı , havaları çalınıp söylenirken, Davullar da başka bir tarafta olanca hız ve ahenkleriyle gümbürder. Havai fişekler, gök yüzünü aydınlatmakta devam eder. Damlar, pencereler hıncahınç seyircilerle doludur. Damat ve sağdıç, yukarı selamlığa çıkınca, ellerine tekrar mumlu kına tabakaları verilir. Bütün misafirlerin huzuru ile evvela Güveği ve Sağdıç çayda çıra oynar, sonra tabaklar misafiri sıra ile dolaşır, ihtiyarı genci, hepsi birden oyunlara katılırlar. Esasen oyuncular ellerindeki tabakları, gözlerine kimi kestirirlerse ona verir, onu da oyuna kaldırabilirler. Bu suretle oyunu bilen bilmeyen oynamak mecburiyetindedir. Sonra diğer oyunlara geçilir, Horumlar, (Güvercin), Üçayak, Delilo, Fatmalı, Halay, Tamzara, Kürdün kızı veya Köylü kızı gibi oyunlar birbirini takip eder. Hülasa düğün halkı, Kına gecelerinde sabahlara kadar oynar, güler, söyler, yerler ve eğlenirlerdi.

Düğünün başlangıcından Gerdek (Zifaf) gecesine kadar Harput�ta garip ve garip olduğu kadarda eğlenceli ve gülünç bir adet daha vardır ki, buna Güveği çalma veya Güveği kaçırma denilirdi. Güveği ancak Sağdıcından çalınır, bu yüzden Sağdıç kolay, kolay Güveğiyi gözü önünden ayırmazdı . Buna rağmen en ufak fırsattan istifade arayan bir takım muzipler, Güveğiyi alarak başka bir odaya veya başka bir eve götürerek saklıya bilirler. Güvegi bu olaya itiraz edemediği gibi istenilen yere gitmemek veya saklanmamak gibi hiçbir harekette bulunamazdı. Güveği ortadan kaybolunca Sağdıcı telaş alır ve en son sağdıç, Güveğiyi çalanlara ya ağır bir hediye veya bir ziyafet vadiyle Güveği , bulunduğu yerden çıkarılırdı Eğer sağdıç varlıklı ve birazda sünepe (Uyuşuk adam ) ise vay haline .. Olay ikinci ve üçüncü gurup tarafından tekrarlandıkça bütün düğün halkı tarafından duyulur ve duyulunca da sağdıçla alay eden edene .. Bu suretle Düğüncüler arasında gülme,söyleme, latife etme fırsatı elde edilmiş bulunurdu.

Kadınlara ait kına geceleri de kız evlerinde yapılır. Bu geceye hem oğlan evi, hem kız evi, kendi eş dost, akraba konu komşularını da davet ederlerdi. Bu gece gelinin elerine ikinci kına koyulacak ve saçları kesilecektir. Onun için bu geceye << Kına gecesi >>denilmiştir.Kız evinde Tefçiler çalarak, kadın okuyucular türkü ve şarkılar söyleyerek misafirleri karşıladıktan sonra büyük oda veya sofralara alınırlar  Kahveler, şerbetler içilir .. Sonra ortaya bir yastık konularak Sağdıç gelini getirir bu yastığın üzerine oturtur .. Tecrübeli ve bu işde bilgili bir kadın tarafından Gelinin elerine ve ayak parmaklarına kınalar konulur .. Bu ara Kaynana veya Görümce tarafından Gelinin elinde ki kınanın içine altın gömülür ve eleri ipek kareplerle sarılır. Bu altınlar beşi bir arada veya yarım beşibirlik ve en az madeni bir altındır. Kınadan sonra yine bir ehli tarafından gelinin, bu güne kadar makas dokunmamış saçları ve zülüfleri taranır ve kesilirdi.

Bu kına koyma ve saçlar kesilme sırasında : Tefçiler çalmaya ve ahenge ve bilhassa Harput�un Kına yakma türküsü olan şu hazin türküyü söylemeye başlarlar:

Gelin ağlar yaşın yaşın,
Ağlama gelin, ağlama
Gitmem diye sallar başın,
El oğludur, bel bağlama
Şimdi gelir bey kardeşin.
Gelinlik mübarek olsun,
Ağlama gelin, ağlama
El oğludur, bel bağlama,
Gelinin geydiği Atlas
Gelinlik mübarek olsun
Atlasa iğneler batmaz,
Dünyada gelin sağ olsun.                 

Bu türkü söylenirken gelini gözlerinden damla damla yaşların aktığını gören ana ve yakınları da, hep birden ağlamaya başlarlar. Fakat bu göz yaşları fazla çok sürmez, oğlan tarafının teşebbüsleriyle Tefciler, hemen daha oynak türkülere söylemeye başlayınca hava değişir neşe, ve gülme söyleme her tarafa dağılırdı.

Eski zamanlarda kadınların takıp takıştırma ve süslenmelerinde ciddiyet ve sonra kıymet aranırdı. Şimdiki gibi yalancı inci ve neceflerin yerine, boyunlarında keleplerle çok kıymetli hakiki inciler .. Altun halpler ve altun dizili Ahmalar bulunurdu. Hele Ruj, pudra, Rimel gibi suni süs malzemesi hiç yoktu . yüzler,gözler, dudaklar, tabii renk ve güzelliklerini daima muhafaza eder ve bozulmazdı. Bunların yerine ellere ve ayak parmaklarına kına koyma adeti vardı ki, pek ucuza satın alınan bir Tuht Acem kınası, evdeki bütün kadınların süslenmesine kafi gelirdi. Ellere o kadar meharetle kına koyanlar vardı ki, bugünün modern sanat meraklıları, o elleri görebilmek kudretine sahip olsalardı, sanaatlerine bir çok yenilikler daha eklemiş olurlardı.

O kınalı parmaklar, o düzgün kesilmiş normal tırnaklar�Şimdiki gibi ilk nazarda insana korku veren uzatılmış, sivrileştirilmiş kan parmak ve tırnaklara hiç de benzemezdi. Şimdi bilhassa kadın berberlerinin yaratıklarını Rimelli gözlerin yerine, her kadının Cam çekmecesinde sakladığı bir tek sürmedanlığı vardı ki, kadınlar bir aynanın karşısına geçtiler mi, beş on dakika içinde kendi kedilerini süsleyebilirlerdi. Kadın, berbere mi mitsin? Saçlarını mı kestirsin ve boyatsın? Ne münasebet ! �Hangi kız ve kadının saçları belinden aşağı bölük,bölük örülerek sarkıtılmış ve üzerlerine de altınlar dizilmiş ise bunlar beğenilirdi. Bir kadın veya bir genç kız, erkek berberin önüne otursun da saçlarını ondüle ve lüle ,lüle yaptırsın .. Kakülleri istifham işaretleri kondursun .. Saçlarına Diba veya Karavel denilen çeşit çeşit renk ve şekil verdirsin, kimin haddine düşmüş ..Hülasa Zülüfler Kahküller yüze yaraşır şekilde kesilirdi .Bakınız, Emrah bu tip çehreler için ne de güzel söyler :

                                Sarmış şu gülün arız-ı gül zarını perçem,
                                Nalan eder, üftade dil �i zarını perçem.
                                Tahrik-i sabadan alup etvarını perçem,
                                Arz eyleye dil bestelere reftarını perçem.
                                Pazara salup sim gibi simsarını perçem,
                                Faş eylemiş alemlere esrarını perçem.

Hakikaten bir zamanlar Harput�un kızları ve kadınları çok güzel ve cana yakındılar. İçlerinde öyle müstesna güzeller vardı ki, hatıraları şimdi bile insanı heyecanlandırıyor. Bakınız ! Harput şairlerinden Serseri, bir zamanlar gurbete çıkmış � Diyar,diyar dolaşmış � Dönüşünde Harput güzellerine karşı iştiyak ve ihtisatını şu satırlarla ne güzel ifade etmiştir:

                                Yine bir şuh-i şirin yazmayı nevrestelemiş,
                                Aldı aklım, hele bilmem, ne güzel betelemiş.
                                Fino fes bir yana, püskül karışıp kahkülüne,
                                Kara gözler, ne yaman hasta bakar mest eylemiş.
                                Tir-i müjganını şol kaş yayından vah kim,
                                Sineme doğru tutup atmağa şayestelemiş.
                                Göreli gül yüzünü, aşkına yandım, yanarım,
                                Tütünüm baştan aşup göklere piyvestelemiş.
                                Serseri! Sen gideli gurbete Harput Güzeli,
                                Şive-i naz-ü edayı ne yaman üstelemiş.

Zülüfler kesilince, bütün misafirler tarafından Gelinin başına paralar serpilir� Fakat Gelin durmadan ağlar� Bu sıra sayısız kına tabaklarına mumlar dikilmiş ve yandırılmış olduğu halde ortaya getirilir, misafirlere dağıtılır �Tefçiler Çayda çıra havasını çalmaya ve türkülerini söylemeye başlayınca ilk kına oyununu Gelinle Sağdıç oynıyarak açarlar, sonra oğlanın ve kızın anaları oynarlar. Bunları takiben bütün tabaklar misafirlerin elinde oyuna başlarlar ve saatlerce devam eder.

Daha sonra sırasıyla gecede bulunan bütün kadınlar ve kızlar tarafından bu suretle �Çayda Çıra� oynanır. Kadın kına geceleri de erkek kına gecelerinin ile hemen hemen benzeridir. Bu eğlenceler de gece yarılarına kadar devam edip giderdi.

Düğüne Hazırlık, Düğün Şenlikleri ve Düğün Ziyafetleri :

Düğün günü daha evvel taraflar arasında kararlaştırılmış olduğundan zengin ailelerde düğün şenlikleri bir hafta veya on gün evvel başlar. Düğün evinin selamlık ve harem dairelerinin bütün oda, salon ve sofaları temizlenmiş, yemek odaları ayrılmıştır. Geceleri aydınlık olmak için düğün evinin caddeye olan duvarlarına, pencerelerine fenerler asılır ve düğün evinin kapısı önünde muhtelif yerlere meşaleler yakılmak için bir metre yükseklikte demir ocaklar yerleştirilirdi.

Şenliklere, düğün evinin kapısı önünde veyahut bu eve yakın bir meydanda sabahın muayyen saatlerinde davulların bir arada ve bir anda vurulmalarıyla başlanılırdı. Davul adedi, düğünün şümul ve azametine göre değişir. Bu davulların yanında her iki veya üç davul için bir zurna veya bir kılernet bulundurulurdu. Bu davulların bir arada ve aynı tempo ile bir anda vurulmaları büyün mahalleyi ayaklandırırdı. Çoluk çocuk, ihtiyarı, genci hep birden düğün evinin kapısı önüne koşar, buralarda toplanılır ve mahşeri bir kalabalık her an artar ve kabarırdı.

Davulcuların ilk vazifeleri, davetlileri karşılamaktı, uzaktan bir davetli kafilesinin geldiğini gören davulcular, hemen �Karşılama- havasına geçerek gelenlere karşı yürür, yaklaşınca da tekrar geri dönerek misafirlerin önleri sıra çala, çala düğün evinin kapısına kadar misafirleri getirir, orada baş davulcu, davulunu çevirerek vaziyet alır diğer davullar çalınırdı. Davetliler, çevrilen davulun üstüne bahşiş olarak gümüş mecidiyeler, on kuruşluklar, çeyrekler atarak içeriye girerlerdi. Davullar, dışarıda çalınmağa başlarken içeride de saz takımı fasla başlardı. Saz takımı: bir veya iki keman, bir kanun, bir kılernet bir veya iki teften ibaretti. Son zamanlarda bu takıma Darbuka, Cümbüş ve Ut da girmiş bulunmaktaydı. Bu takımın yanında iki veya üç okuyucu ve birde Köçek vardı. Bu saz takımına bazen Elazığ�dan kemaneci Kör Karo, Hamamcının Mustafa ve Hüseynik� ten de kanuncu Boğos gibi sanatkarlar da getirtilir, bu suretle saz takımı kadrosu genişletilirdi. Gece alemlerinde bilhassa Kına gecelerinde bu kadroya hariçten sesi gür ve güzel bazı okuyucular da davet edilir, ahenk ve coşkunluk artar ve ayyuka çıkardı. Mesela: Başta Korukoğlu Şevki, Dabağ, Muhittin, İsmail ve Feyzi gibi.

İşte dışarıda davullar ve zurnalar, içeride saz takımları icray-ı ahenk ederlerken, düğün davetlileri de kafile kafile gelmeye başlarlardı. Bu davetler şöyle olurdu: Düğünlere davet edilecek zevatın isimleri birkaç gün evvelinden büyük bir tabak kağıt üzerine yazılırdı. Birinci planda: Harput�un büyük alimleri .. Hükümet erkanı .. Tüccarlar .. Köy ağaları .. Esnaf .. ve en sonra da konu komşu .. Bu defterler, düğünde İlahi okumak üzere vazife alacak olan üç dört kişiye verilirdi ki, bunlara Harput�da <> denilirdi. Bunlar defterler ellerinde kapı, kapı, dükkan, dükkan dolaşır, düğün sahiplerinin selamlarını ve davetin gün ve saatini söyleyerek düğüne davet ederler ve bunlardan da bahşişlerini alırlardı.

Davetliler, şu şekilde tertiplenen sofralara oturur, yemeklerini yerlerdi. Odanın bir başından öteki başına kadar bir ve sofalarda ise bir sağ ve bir sol tarafta olmak üzere iki sıra, yerlere bembeyaz kar gibi Hasavanlar serilmiştir. Genişlikleri iki, uzunlukları dört beş metre olan bu Hasavanların her tarafına yumuşak şilteler, minderler konulmuştur. Bunların üstünde boydan boya ince mabrum denilen bezlerden yapılmış 3-4 metre uzunluğunda işlemeli peşkirler�Ve bu peşkirlerin önünde tertemiz cimşir ve siyah Abanoz kaşıklar sıralanmıştır. Hasavanın üzerinde kalaylı büyük bakır leğenler için de kızarmış kuzular .. Kaburgalar .. Pirinç veya Bulgur tiritleri (Etli Pilav) .. Yaprak dolmaları .. Tepsilerle Baklavalar .. Ve yine ufak kaselerde Düğün zerdeleri ve pilavlar. İşte Harput �da bu gibi sofralara << SOMAT >> denilir, hatta << Somat çekme >> diye de kullanılırdı.

Yemeklerden sonra misafirler, diğer odalara alınarak kahveler, sigaralar, nargilelerle i� saz ve ikram edilirlerdi .Bir kafile gidince, sofralar derhal temizlenerek ikinci kafile için yeniden tanzim edilirdi. İkinci, üçüncü, dördüncü kafileler de bu suretle yedirilip içirildikten sonra düğün evinden ayrılırlardı. Bu arada saz takımı durmadan, dinlenmeden çalar ve misafirleri eğlendirirdi. İşret kullananlar, ayrıca akşam yemeklerine davet edilir, bunlara da masalarda sofralar hazırlanır .. yer,içer, sohbet eder; eğlenirlerdi. Öyle bir an gelirdi ki, işret sofrasındaki davetliler, hep birden coşar, oyuna kalkarlardı. Bu eğlenceler, bazen gece yarılarına kadar devam ederdi. İşret edenler, çalgıcılara ayrı,ayrı rakı ikram ettiklerinden ve bir taraftan da bahşiş verdiklerinden onlar da neşelenir ve coşarlardı.

İçeride bu şekilde eğlenilirken dışarıda da davul zurna sesleri mahalleyi çınlatmakta devam ederdi. Davulların önünde oyuncular çoğalır, halaylar, üçayaklar birbirini takip ederdi. Bilhassa köylerden getirtilen oyuncular, o kadar maharetle oynarlardı ki, o sıra bütün düğün davetlileri kadın, erkek damlardan ve pencerelerden bunları seyre çıkarlardı. İsimlerini burada rahmetle anacağım Tilenzit köyünden İbrahim, Germilili Telo, Adedili Mehmet Ali gibi oyuncuları bu topraklar bir daha yetiştiremezdi. Bu suretle düğünlerin akşamları ve hele geceleri daha neşeli geçerdi. Bir taraftan meşaleler yanar, bir taraftan havai fişekler gökyüzüne helezoni ışıklar saçardı.

Düğün Alayları :

Bu ziyafetler ve eğlencelerden sonra düğün günü gelip çatmıştır. Şafak söker ve ortalık aydınlanırken düğün evlerinde bir faaliyet, bir telaştır başlamıştır. Düğün evine girip çıkanların haddi hesabı yoktur. Gelin uzak bir köyden veya uzak bir mahalleden alınacaksa evvelden düğün evine getirilmiş olan taht �i revanın hazırlanmasına başlanır. Taht �i bunlar hali vakti yerinde olanlar tarafında hayır için yaptırılmış ve istenildiği zaman her düğün sahibine emanet verilmek üzere vakf edilmiştir. Düğün alayları şu şekilde sıralanır: en önde yolu açan kimse bunu arkasına iki yağız delikanlı ellerinde pırıl pırıl kılıçları, kalkanları, boyunlarında omuzlarından sarkan ipek kumaşlar sarılı kalkan kılıççılar hem ağır ağır oynuyor hem de yavaş yavaş yürüyorlar.

Bunları takiben yine boyunlarında ipekli kumaşlar sarılı davulcular, zurnacılar bunların arkasından çalgıcılar gelirdi. Sonra siyah geniş cübbeleri sırtlarında, büyük ve beyaz sarıkları başlarında hocalar, tüccarlar, memurlar, konu komşu erkekleri takip ederdi. Sonra gelinin rahlesini başında taşıyan bir hoca ve bunun arkasındanda ilahiciler gelirdi. İlahicilerin arkasında taht �i revan gelirdi ki sağında ve solunda veya ön taraflarında bilhassa güveyinin babası ile yakım akrabalardan bir kısmı yer alırlardı. En sonrada kadınlar. Bunlarda sıra yoktur. Yalnız kayın valide taht �i revanın arkasında bulunur, diğerleri karışık fakat toplu bir halde yürürlerdi.

Haleat Dağıtma :

Düğünden birkaç gün sonra haleat dağıtmak üzere kızın annesi ve yakınları, oğlan evine davet edilirlerdi. Gelinin getirdiği çeyiz arasındaki sandığı açılır, bu sandığın içindeki eşyadan bütün oğlan evi aile fertlerine sonra yakın akraba, dost ve yakınlarına hediyeler ayrıldığı gibi, geline hediye takanlara da bohça bohça hediye hazırlanır ve gönderilirdi. Bu bohçalat kimlere gönderilmiş ise götürenlere bahşiş verilir. Her bohçanın içerisinde erkekler için bir kat iç çamaşır, gömlekler, tütün saat ve para keseleri, havlular, peşkirler, kadınlar için ipek gömlekler, oyalı yazmalar, işlemeli tülbentler ipek kırapler. Geline en ağır hediye verenlerin bohçasına da, bu saydıklarımdan başka birer top ipekli çitare veya yerli fabrika kumaşları da konurdu.

Supha Günleri :

Gerdek gecesini takip eden güne �SUPHA� günü denirdi. Sabahın erken saatinde itibaren düğün evinde bütün temizlikler yapılmış. Varsa büyük ana, büyük baba ve saire. Bunlar toplu olarak bir odaya otururlarken Güveği ile Gelin bu odaya girer sırasıyla büyüklerin ellerini öperlerdi. Güveği aynı kıyafette gelin ise geniş ve etrafı el işi işlemelerle süslü bir namazlık başında. Bu beyaz örtünün altından gelinin ancak burnu, kaşları ve gözleri gözükebiliyor. Bu şekilde büyüklerin elleri öpüldükten sonra mahcup bir edayla odadan çıkara ve kendi odasına gider.

Tam bu sırada kız evinden hizmetçilerin başında sinilerle �Sabahlık� denilen yemekler gelir ki bunlarında ayrıca bir özelliği vardır. Tepsilerde kızarmış kuzular veya kaburgalar, baklavalar. Yağlı çörekler, sütlü tandır ekmeleri bu yemeklerle birlikte kız evi ailesinden hediyeler gelir ki bunların en aşağısı madeni bir altındır. Bunları kız evi yakınlarından bir kadın getirir. Oğlan evinde de gerek bu kadına gerekse yemekleri taşıyanlara ayrı ayrı bahşişler verilir. Sonra güveği dahil bütün ev erkekleri dışarı iş ve güçlerinin başına giderlerdi.

Bundan sonra kadınlar arasında supha gününün hazırlıkları başlar, her şeyden evvel geline, en ve süslü elbiselerinden birisi giydirilir ve bütün ziynet altınları ve mücevheratı da takılır. Bilhassa damadın o gece yüz görümlüğü olarak verdiği hediye bariz bir yere takılır, diğer ev hanımları da yeni elbiseler giymek ve mücevherlerini takmak suretiyle bezenirler.

Supha gününe, kız evi ve oğlan evi ailelerinden başka akraba ve konu komşu kadınları ve dışarıdan da birçok ziyaretçiler �Gelin Görmeye� gelebilirlerdi. Bu misafirleri çifter tefçiler çalarak karşılar, harem tarafının en büyük odasında veya sofasında toplanırlardı. Bu sırada önlerinde tefçiler çalarak gelin ve sağdıç yan yana içeri girerler. Sağdıç gelini bütün misafirlerle görüştürür, büyüklerin elleri küçüklerin yüzleri öpülürdü. Sonra odanın bir tarafında yer alır ve ayakta dururlar. Ta ki misafirler arasında en yaşlı ve en hatırı sayılır bir hanım, oturmalarına müsaade etsin. Şimdi eğlenceler başlamıştır, oyuna en evvel kaynana kaldırılır. Teflerin sesi, türkü ve mayaların sesi etrafa yayılır, herkesi neşelendirir ve oynatır. Misafirler bu gün için geline kıymetli hediyeler getirmişlerdir, bu hediyeler fırsat bulundukça geline verilir. Eğlenceler akşama doğru sona erer.

Gelin Odası :

Gelin odası tertemiz, muntazam tertip edilmiştir. Ortada iki büyük şilte üst üste serilmiştir. Yüzleri ipek kumaştan yorganlar, başları dantelli beyaz patiska yastıklar, yatağın yanı başında ya bir halı seccade veya ipek veya sırma işlemeli bir seccade serilidir.

Gelin Hamamı ve Gelin Ziyaretleri :

Düğünden bir hafta on gün sonra da Gelin hamamı yapılır. Hamama evvela, kız evi, yakın akraba, dost ve yakın komşular davet edilirler ve hangi hamama gelecekleri evvelden tespit edilerek kendilerine bildirilir. O gün, eğer davetliler çoksa sabahtan akşama, değilse öğlenden akşama kadar hamam, düğün sahipleri tarafından kiralanır ve hamama bunlardan başka müşteri alınmaz. Kadın misafirler, hamama gelince: Tefçiler ve düğün sahipleri tarafından karşılanırlar... Bütün misafirlere, yıkanmak için ikram olarak birer kalıp sabun dağıtılır. Gelin evinden gelip de elbiselerini çıkardıktan sonra, natırların kolları arasında dış göbek taşına getirildiği zaman bütün misafirlerde burada toplanırlar. Tefçiler çalmaya, çağırmaya başlayınca bir alay halinde gelini aralarına alarak iç hamama girerler. Herkes yerini almış yıkanırken misafirlere yaz ise çeşitli meyveler, kış ise kuru ve tatlı yemişler ikram edilir. Bu merasim de akşama kadar devem eder. Düğün evi ilgilileri tarafından hamamcıya ve natırlara bol bol bahşişler verilir. Hamamdan sonra evli evine köylü köyüne!...

Gelin hamamdan çıktından sonra doğruca Baba evine götürülür, damatta oraya gider, orada birkaç gün misafir olarak kalırlar. Bu ziyaretten sonra gelin gezdirme merasimi başlar. Oğlan evine mensup 5-6 kadın, geline her gün başka elbiseler giydirmek suretiyle düğüne gelenlerin ve bilhassa hediye getirenlerin evlerini dolaşır ve gelini gezdirirler. Düğüne gelenler bu ziyaretti mutlak suretle beklerlerdi. Bu gezintilerde haftalarca hatta aylarca devam edip giderdi.

DOĞUM:

Türk kültüründe doğum kutsal bir hadise olarak yer almaktadır. Elazığ'da   bu önemli olaya hazırlıklar çok önceden başlar. Kadının, hamile kaldığı günden itibaren çocuğun sağlıklı ,akıllı veya sevilen bir kimseye benzemesi için yaptığı veya sakındığı bir çok uygulama  vardır. Çocuk, doğmadan bir çok eşyası hazırlanır. Beşiği dizilir.

Doğumun kolay olması için fincana dua yazdırmak, kurban kesmek, hocaya salatu selam verdirmek, doğum sırasında kolay doğum yapmış kadınları doğum odasına almak  gibi uygulamalar vardır. Düşük yapmış kadınlar ve çocuklar doğum odasına alınmazlar. Bebeğin göbeği bıçakla kesilerek tuzlanır.

Eş,ev dışına çıkarılmaz, bahçeye gömülür. Eskiden bebeğin altına höllük konulurdu. Kundağına nazarlık takılır ve çocuk doğduktan sonra beş ezan geçmeden verilmezdi. Çocuğa adını kulağına ezan okunduktan sonra üç kez verildiği isimle seslenir,doğumu izleyen sabah doğarken şenliği yapılırdı.Yakın komşular çağrılır,yemekler yenir,eğlenceler yapılırdı.Çocuğa ilk yedi gün ebe bakardı ve buna küçük kırk denirdi.Bunun için ebeye ebe hakkı verilirdi.

Doğumdan sonra al basmasına karşılık tedbirler alınır, yatağın çevresine kara sicim bağlanır. Lohusa kırk gün evinden dışarı çıkmaz,çocuğu yanlız bırakmaz,dışarı çıkacaksa çocuğun ayak ucuna su ,baş ucuna süpürge bırakılırdı. Lohusa evine et girmez. Karşılaşan iki lohusa birbirlerine iğne verirdi. Çocuğa muska, mavi boncuk takılırdı. Çocuğun ilk dişinin, saçının çıkması, yürümeye, konuşmaya başlaması hep olay niteliğinde değerlendirilir ve birtakım uygulamalar yapılırdı. Günümüzde köylerde bu uygulamaların bir kısmı yaşarken şehirlerde büyük değişimler olmuştur.

ÖLÜM:

Ölüm gelenekleri kültür açısından büyük önem taşır. Zira en az değişikliğe uğrayan uygulamalara ölüm geleneklerinde rastlanmaktadır.Elazığ'da genelekselliğini koruyan ölüm gelenekleri ölümden önce,ölüm sırasında ve ölümden sonra yapılan pratik ve uygulamalarda kültürel devamlılığın önemli unsurlarını taşır.

Köylerde ve kentlerde herkes cenazeye büyük saygı gösterir.Elazığ şehir merkezinde cenaze geçerken yardıma koşmayan ,saygı duruşunda bulunmayan hiç kimseye rastlanmazdı.

Köylerde ölüm olduğunda bütün köylü işini bırakarak hemen cenaze evine koşar.Aralarında iş bölümü yaparak kimi mezar kazar,kimi mezarda kullanılacak malzemeyi hazırlar.Ölü suyunun kaynatılmasından ölünün yıkanmasına kadar bütün işleri cenaze sahiplerinden önce tamamlarlar.Taziye süresince taziye evine sırasıyla yemek pişirip getirirlerdi.Ölü olduğu günde veya yas süresince köyde hatta yakın bir köyde düğün,sünnet gibi törenler varsa ya ertelenir veya ölü evinin müsadesi alınarak müziksiz olarak gerçekleştirilirdi.

İnanışa göre akşam namazından sonra cenaze gömülmez ;her halükarda cenaze namazı mutlaka kılınırdı.Ölen kadınsa tabutunun üzerine yeşil yazma bağlanır.Tabutun üzerine bırakılan halı ve kilim camiye bağışlanırdı.Defin işlemi yapıldıktan sonra topluca cenaze sahibinin evine gidilirdi.Hoca Yasin-i şerif okur,taziye verilir.Ölü sahibine yakın kimseler burda kalır.Onların acılarına ortak olmaya çalışırlar.

Ölünün devrine oturma geleneği vardır.Ölen kişinin sağlığında yapmadığı veya eksik bıraktığı ibadetler için fitre dağıtılırdı.Taziye süresi üç gündür.Ölümün kırkıncı günü mevlit okutulur,davetlilere yemek ve helva ikram edilir.Elli ikinci gününde hatim indirilir.Ölümden sonraki ilk dini bayram karalı bayram sayılır.Arife günleri mezarlıklar ziyaret edilir.

Kürsübaşı Geleneği- Harput Sıra Geceleri :

Eski harput evlerinde kış mevsiminde kullanılan adeta soba görevi yapan özel olarak düzenlenmiş kürsü etrafında ısınmak sohbet etmek eğlenmek amacıyla bir araya gelinmesi kürsübaşı denilir.

"Kürsübaşı" günümüzde Harput kültürünün belli bir yönünü ifade eden, çağrıştıran kelime olarak algılanır.

Kürsü 50-60 cm yüksekliğinde en küçüğünün bir yanı 60 cm den başlamak üzere 1,5metreye kadar genişleyen dört ayaklı ve dört köşeli tahtadan yapımış kare bir masa şeklindedir. Bazılarının ise altıda üstüde kapalı, yanlız alt döşemenin ortasında 30-60cm kutrunda dairemsi oyulmuş boş bir yer vardır ki buraya mangal koyulur. Kürsülerin büyüklük ve küçüklüğüne göre hususi surette saman ve yapışkan bir çamurdan  yaptırılmış olan bu mangallar kürsü ayakla- rının tam ortasına kanulur,etrafında ise abdest sularının ısınması için bakır ibrikler bulunurdu.

Açık havada ve ekseriyetle yemek ocaklarında yakılan ağaç kömürü,ateşi carıtlarla (ateş küreği) bu mangallara konulur ve dayanmak içinde üzeri külle kapatılırdı.Bu ateş soğuğun şiddetine göre 10-12 saat kadar kürsüyü ve kürsü başlarını hamam gibi ısıtır ve sıcak tutardı.

Kürsülerin üzerine iç yüzü kırmızı renk düz ve dış tarafı ise aynı yerli bezden (çiçekli bez) hususi surette yaptırılmış büyük yorganlar örtülür.Kürsünün iki tarafı  sedir diğer iki tarafıda büyük minderler konularak bu seviyeye çıkarılır. Bunların üzerine tekrar yumuşak döşek veya makatlar konulur ve üzerine tertemiz örtüler çekilir.

Duvarlara gelen taraflarada sırayla yastıklar dayanır. Yumuşak minderlerin üzerine oturulur ve yastıklara dayanırlırAyaklar bacak ve kollar bu yorgan altına sokulur,kürsü yorganı göğüslere kadar çekilir.İşte bu surette kürsünün dört bir tarafında oturanlar vücutlarını ısıtır ve soğuktan muhafaza edilmiş olurlardı. (Sunguroğlu Cilt-4 Sh.256)

Bazı köylerde ise dört tarafı kerpiçle çevrilmiş ve yumurta ile sıvanmış ortası boş kürsüler yapılmıştır. Bu kürsünün ortasına içi köz dolu mangal bırakılır ve üzeri kapatılrıdı. Kürsünün etrafında minderler bulunurdu.

Kürsünün kendisinden ziyade Kürsübaşı diye bilinen ve bu isimle alınan toplantılar müzikli eğ- lenceler, halk hikayeleri anlatımları  gibi kültür hayatımızda önemli yeri olan konuların işlenmesi ve günümüze kadar gelmesi önemlidir.Kürsübaşları geleneksel kültürel unsurlarımızın günümü- ze ulaşmasında önemli bir fonksiyonu olmuştur.

Uzun kış gecelerinde Harputluların hemen tek eğlencesi olan Kürsübaşlarında ,yaş guruplarına göre toplantılar olurdu. Kürsübaşlarında önceden karar verilmesi suretiyle sırayla her gece bir evde toplanılırdı. Her mahallede akran olan ve ruhen uyuşan insanlar bir topluluk oluştururlardı. Bunlara "kol" denirdi. Bu kollar o topluluğun liderinin ismiyle anılırdı. Bu kollar içerisinde iyi yemek yapanlar mutlaka bulunurdu.

Toplanılmasına karar verilen eve tedarik edilen malzemeler önceden gönderilirdi.Evdeki kadın ve çocuklar akşam erkenden başka bir komşuya gider;evli misafirlere bırakılırdı. Yarı gecelere kadar sürecek olan eğlenceler,anlatılacak fıkralar, yapılacak şakalar hep planlanır ve gece mutlu bir şekilde tamamlanırdı. Halk oyunları şarkı ve türküler, maya ve hoyratlar, güzel yiyecekler, çeşit çeşit sohbetler Harputun soğuk kış gecelerini ısıtır gönüller şenlenirdi. Bir dahaki toplantı ve yiyecekler de bu gecenin sonunda kararlaştırılırdı. Yemekler, meyve ve diğer yatsılıkların kimler tarafından alınacağı hususunda kura çekilirdi.

Kürsübaşları ,gündüzleri bütün ev  halkını etrafında toplar geceleride varsa misafirlere tahsis edilirdi. Kürsübaşlarında efsaneler, masallar, bilmeceler söylenir; latifeler şakalar yapılır,yüzük oyunları oynanırdı. Oyun sonunda kaybedene cezalar verilir ağır şakalar yapılırdı. Kürsübaşı geleneklerinden başka Harputta bütün mahallelerde "oda işletme adeti" vardı. Zengin konuklarında selamlık daireleri orta hallilerin evlerinde ise selamlık odaları bulunurdu. Akşamla yatsı arasında buralarda toplanılırdı. Bu odaların müdavimleri hep aynı kişilerdi. Bir odanın müdavimini diğer odaya gitmesi hoş karşılanmazdı.

"Selamlık odalarında sesleri güzel kimseler  tarafından  Ahmediye ,Muhammediye, Kıssası Enbiya kitapları Emrah, Nevres külliyatından parçalar okunurdu. Hikayeler, masallar, savaş anıları anlatılırdı. "İlim adamlarının selamlık odaları kalabalık olurdu. Müdavimleride çoğu hocalar, Müderrisler veya mektep medrese görmüş kimselerdi. Bu odalar adeta bir ilim yuvasıydı. Fuzuli, Baki, Nefi, Nabi, Nedim, Sabi gibi şair ve ediplerin eserleri okunur, incelenir, yorumlar yapılırdı. Hatta bu toplantıda ezbere beyitler okunmakla kalınmaz "fuzuliden bir beyit okıyacaksın ki son harfi "b" olsun" şeklinde sorulan sorulara cevaplar alınırdı.İşte böylesine ortamlarda adeta Kürsübaşlarında ve odalarda bir yaygın eğitim yapılır insanlar bilgi sahibi olurlardı. Harput insanının kadirşinaslığını bilge kişiliğini ve musikisindeki şahsına münhasırlığını buralarda almak gerekir.

SÜNNET:

Eski devirlerde bir çocuk sünnet çağına geldi mi ve ana baba da çocuklarını sünnet etmeye karar verdiler mi, her şeyden evvel çocuğa bir KİVRE seçerlerdi. Bu Kivre, akraba arasından veya ailenin çok yakın ve samimi dostları arasından seçilirdi. Bu seçime karar verilince ve Kirve belli olunca, çocuğa yeni sünnet elbiseleri giydirilerek zatin evine götürülür, eli öptürülürdü o da bu olaydan sonra kendisinin çocuğa kivre seçildiğini anlardı. Bu, bazen de taraflar arasında daha evvelden görüşülür, konuşulur ve karar altına alınırdı. Bu karardan sonra  artık o zat, ölünceye kadar o çocuğun Kivresidir. Çocuk büyüdüğü, hatta olgunluk çağlarında bile o zata daima Kivre diye hitap ederek ona saygı  ve sevgi gösterirdi. Kivrenin ailesi ile olan münasebet ve bağlar daha   sıkılaştırılır, adeta bir akraba gibi teklifsiz birbirlerinin evlerine gider gelirler, sık sık görüşürler, icabında birbirlerine yardım eder ve   birbirlerini korurlardı. İlk hazırlık olarak çocuğun giyecekleri hazırlanırdı. Bu iş kirve olan kişiye aitti . Sünnet olan çocuğa bir kirve bulunurdu. Bu genellikle çocuğun babası evlenirken kim idiyse o kişi olurdu. Çocukta büyüdükten sonra kendisine kirve olan kişinin çocuğuna kirve olurdu ve böyle devam ederdi.

Kirve çocuğun giyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Ancak maddi durumu buna uygun değil ise ihtiyaçlar çocuğun babası tarafından karşılanırdı. Daha sonra çocuğun odası hazırlanırdı. Bu işi çocuğun annesi ve yakınları yaparlardı. Yatak ve yorgan takımları dikilirdi. Şayet sünnet düğünü yemekli olacaksa yemekler hazırlanırdı. 

Diğer taraftan Hitan Cemiyetine (Sünnet Düğünü) davet edilecek kimselerin isimleri bir kağıt üzerine yazılarak mahallenin uhucusuna verilir. Uhucu, listede kimlerin isimleri yazılı ise bunların evlerine, ticarethanelerine gider, selam ve kelamdan sonra bunları muayyen gün ve saatler için Sünnet düğününe davet eder ve bahşişlerini aldıktan sonra ikinci bir davetlinin kapısını çalardı. Bir iki gün içinde bu hazırlıklar da ikmal edilince Sünnet gününün sabahı sünnet çocuğu tepeden tırnağa kadar yeni çamaşırlar, yeni elbiseler ve ayakkabıları giydirilmek suretiyle hazırlanırdı. O sıra Kivre de hediyeleriyle gelir ve her Kivre mali durumuna göre çocuğa ya bir Tay, ya bir koç ve yahut altın veya gümüş bir cep saati gibi hediyeler ve kutu kutu badem şekerleri... Rahet-i Holkumlar getirirlerdi. Bazı hali vakti yerinde Kivreler de bir kaç gün evvel çocuğu alır, Terziye götürür, elbiselerini kendisi yaptırırdı.

Sünnet çocuğu, bir taraftan bu hediyelere, bu yeni elbiselere sevinirken, diğer taraftan sünnetin korkusuyla mini mini kalbi durmadan çarpar. Yüzünün alı al, moru mor bu badireden nasıl kurtulacağım düşünür. Kendine ıssız köşeler arardı. Bu sıralarda Sünnetçiler gelince, evin havası büsbütün değişir, bilhassa kadınlar arasında heyecan ve gözyaşları başlardı. Sünnetçi bir kahve tepsisi ister, içine usturasını. bir takım pamuk ve bantlarla beraber kağıt paketler veya mukavva kutular içindeki sünnet otlarını, bu tepsinin içine koyduktan ve kollarını sıvadıktan sonra çocuğu getirmelerini aileden ister. Çocuğu babası veya dayı ve amcası, titreyen ellerinden tutarak sünnetçinin bulunduğu yere getirdikleri zaman Harem tarafındaki kadınlar arasında ağlamalar, sızlamalar, bazen feryat ile tepinmeler başlar ve işitilirdi. Kivre, çocuğu bunların ellerinden alarak çocuğu cesaretlendirmek ve sünneti unutturmak için hediyesini çocuğa verir. Oda veya sofanın münasip bir tarafına konulmuş olan bir yastığın üstüne oturur ve çocuğu okşayarak kucağına oturtur, kollarını bacakları arasından geçirerek her iki taraf ellerinden tutar. Bu şekilde çocuğun bacakları da açılmış olur. Sünnetçi ve yamağı, çocuğun karşısına otururlar, sünnetçi tepsiyi çocuğun bacaklarının hizasına koyar ve hemen usturayla eline alarak Tekbir getirmeye başlarlar, orada hazır bulunanlar da tekbire iştirak edince, tekbir sesleri evin her tarafına dağılır. Harem tarafındaki kadınlar, çocuğun feryadını işitmemek için evin en ücra köşelerine girer, kulaklarını parmaklarıyla tıkar ve bir taraftan da gözyaşı dökerlerdi. Tekbirler sona erince bir feryat kopar. İşte bu kadar. Yavru sünnet edilmiş. Yarası sarılmış ve evvelden hazır1anmış olan sünnet yatağına yatırılmıştır.

Sonra berber başı veya Sünnetçi içinde ufak bir et parçası ve bir kaç damla kan lekesi bulunan tepsiyi eline alarak evvela Kivre ve Babanın, sonra orada bulunan yakın davetlilerin önlerine götürürler. Bahşiş toplamaya başlar. Nal kadar gümüş mecidiyeler, on ve beş kuruşluklar arasında bazen gözleri kamaştıran madeni yüzlükler ve ellilik sari altınlar ve ufak paralarla tepsi dolar. Sünnetçiler tarafından boşaltılırdı. Akşama doğru zengin sünnet evlerinde ince saz takımı çalarken davetliler sırasıyla gelir, yemek yerler ve beraberlerinde getirdikleri hediyeleri de çocuğun yatağının başına bırakırlardı. Orta halli ve fakir ailelerde ise ancak konu komşu kadınları davet edilir, yer içer eğlenir ve sünnet çocuğunu da eğlendirirlerdi.

Çocuk, eli hafif sünnetçiye tesadüf etmiş ise ertesi gün evin içinde dolaşmağa başlar. Yok değilse günlerce, haftalarca yatakta kalır, kalkmak isterse bacaklarını açarak ördek misali yayvan yayvan evin içinde dolaşır dururdu.

Sünnet çocuğu, tamam iyileşince karşılıklı Kivre davetleri yapılır ve bu suretle Hitan Cemiyeti (Sünnet düğünü) de sona ermiş bulunurdu. Ertesi sabah eğlence tekrar başlardı. Sünnet olacak çocuğa banyo yaptırılırdı. Gözlerine sürme çekilirdi. Bu arada çocuğun giyeceği elbiseler bohçalara sarılırdı. Öğlene doğru davul zurna eşliğinde gençler gelerek bu bohçaları ve çocuğu alıp düğün yerine giderler ve burada kınada olduğu gibi  çocuğun bohçaları oynatırdı.

SÜNNETÇİLER

Kivre seçildikten ve sünnet günü de kararlaştırıldıktan sonra, Sıra Sünnetçiye gelirdi. Sünnetçi, ya ailenin Berberi veya Kasabada bu yönden eli hafif diye şöhret kazanmış berberlerden birisi ve yahut Usturaları ve Sünnet otları (ilaçları) işinde bulunan Hekbeleri omuzlarında şehir şehir, Kasaba Kasaba ve Köy beköy dolaşan saçlı sakallı ve hatta sarıklı meşhur Siirt'li sünnetçilerden birisi tercihen seçilir ve bunlara gün ve saati hakkında mutabık kalınırdı. Esasen sünnetler çok defa ilk baharda ve bazen de yaz aylarında yapıldığından Siirtli sünnetçiler, ilk baharda seyahate çıkar bütün doğu illerini dolaşırlar, boş hekbeleri altınlar, mecidiyelerle dolu olarak dönerlerdi.

YÖRESEL GİYİM:

Halk oyunları giysileri genellikle yöreseldir." Kumaşları, şekil ve giyiniş tarzıyla yöreye has özellikler göstermektedir. Giysilere verilen isimler de farklıdır. Her yöre, belki de şekil ve kumaş olarak, aynı olan giysilere ayrı isim verir. Giysilerde belirli bir otantik şekil aramak çok güç ve yanlış bir iştir. Çünkü, kültürün değişkenliği ilkesi çerçevesinde, bir kültür öğesi olan giysiler de sürekli değişmekte ve belli bir zaman kesitinde mevcut şekli tespit etmek mümkün olsa bile, o giyside ısrar etmek, oyunlarda o giysileri kullanmak hatalı olur görüşündeyiz. Tüm halk oyunlarında olduğu gibi Elazığ Halk Oyunlarında da giysilerde bir otantiklik aramak boşuna emek sarf etmekten başka hiçbir şey olmayacaktır. Ancak, oyun giysileri giyilirken, belirli bir giysi, birbiriyle uyum sağlayacak şekilde giyilmeli ve o giysiye uygun aksesuar kullanılmalıdır. Örneğin, alta yazlık, üste kışlık bir giysi giyilmemelidir. Ya da, bir zıbının üstüne yelek giyilmemelidir. Kültürün diğer unsurlarında olduğu gibi, maddi kültür unsuru olan Elazığ Halk Oyunları giysilerinde de bir değişkenlik görülmektedir.

Günümüzde kullanılan halk oyunları giysilerini üç safhada ele alarak inceleyebiliriz.

1. Evre Erkek Giyimi :

Başa fes takılır, astane mendil büyüklüğünde "Puşu" takılır. Yaşlılar yazma bağlarlar. Paçaları dar, üst kısmı geniş, beli uçkur ile büzülen çuha şalvar giyilir. Düz beyaz veya siyah-beyaz renkte çizgili, pamuklu kumaştan, içlik veya giyme adı verilen bir iç gömlek giyilir. Bu gömlek kollu, yakasız veya hâkim yakadır. Gömleğin üzerine şalvarın kumaşından "avcı yeleği" denilen bir yelek giyilir. Bele beyaz ipek veya şal adı verilen "acem kuşağı" bağlanır. Ayağa poçikli çarık ve yün örme çorap giyilir.

1. Evre Kadın Giyimi :

Harput kadınının en eski giysi tipidir. Bu tip giysiyi bugün dahi dağ köylerinde görmek mümkündür. Yaklaşık 150-200 sene öncesinde bu tip giysi hakimdi. Bu giysi üç parçadan meydana gelmiştir.

a)- Şalvar

İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmakta ve iç kısmı astarlanmaktaydı. Şalvarın boyu oldukça uzun olup bilek kısımlarına kaytan geçirilmekte ve diz altından bağlanmaktadır. Böylece şalvar bir etek görünümünde dökümlü olarak ayak bileklerine inmektedir. Şalvarın bel kısmı da uçkurla büzülmektedir.

b)- İçlik

İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmaktaydı. Yakası yuvarlak, önü açık, kopça ile iliklenmektedir. İçliğin yanları yırtmaçlıdır.

c)- Üçetek

Sim işlemeli, kalın ipekli kumaştan veya kadifeden yapılmaktadır. Kolları uzun, bilezikli, çok az yırtmaçlıdır. Yırtmaçlı kısım kopçayla tutturulmuştur. Yakası bele kadar açık,"V" şeklindedir. Belde iki kopça ile "birit" ilikle iliklenmektedir. Belden aşağıya doğru genişleyen eteğin önü tamamen açıktır. Yanları ise kalça altından yırtmaçlıdır. Böylece etek üç parça görünümünü almaktadır. Bele "belbağı" bağlanmaktadır.(Belbağı, üç-dört cm. eninde, tığ işi veya kumaş üzerine işlenmiş kuşaktır.) Ayakkabı olarak postal, çorap olarak yazın iplik, kışın ise yün çorap giyilmektedir.

Baş süslemesi ise şöyledir: Uzun saçlar ortadan ayrılmakta, arkada küçük parçalara bölünerek örülmektedir. Yanlarda birer tutam saç, kulak hizasında kesilip, zülüf bırakılmaktadır. Saç uçlarına "Humpul" denilen saç süslemesi takılmaktadır. Başa bordo çuhadan fes, fesin üzerine gümüş tepelik konulmaktadır. Fese tutturulmuş uzun saç görünümünde ipek saçlık mevcuttur. Fesin alk üzerine oyalı krep bağlanır. Buna yörede "Kıntik" adı verilir. Bunların üzerine oyalı yazma veya tülbent örtülür.

Oyun giysilerinde kullanılan takılar şunlardır: Göğüs üzerine çaprazlama dizilen beşibirlik dizisi, camdan bilezik "Şeve" gümüş veya altın küpe ile yüzük kullanılır.

2. Evre Erkek Giyimi

Birinci safhadaki gibidir. Birinci safhadan farklı olarak ayağa yemeni giyilir.

2. Evre Kadın Giyimi

Bu safhada da birinci safhadaki giysileri görüyoruz. Birinci safhadaki giysilerden farklı olarak, şalvar üzerine kadifeden, üzeri simli cepken giyilir. Bu safhada üçetek yoktur, ipek kuşak takılır.

3. Evre Erkek Giyimi

Bu safhada ayağa poçikli kundura giyilir. Cepkende düğme iliğine geçirilmiş köstekli saat bulunabilir. Mendil olarak düz, beyaz, ipek mendil kullanılır.

3. Evre Kadın Giyimi

Diğer safhalardan farklı olarak, Harput ve Elazığ Fabrikalarında dokunan ve genellikle simli, ipekli kumaştan entari ve ayağa ise "Kaloş Potin" giyilir.


YÖRESEL YEMEKLER:

Elazığ mutfağı oldukça zengin yemek çeşitlerine sahiptir. 150�ye yakın yemek çeşidi olan Elazığ�da, üç öğün yemeğin dışında kuşluk yemeği ve özellikle yatsılık denilen pestil, ceviz, orcik, meyve gibi yiyeceklerin bulunduğu sofralar açılır. Geleneksel Elazığ (Harput) mutfak kültürü, Türk mutfak kültürünün izlerini taşır. Sofra adabından yemek çeşitlerine kadar halen geleneksel özelliklerini koruyabilen Elazığ mutfağında; tarihi Oğuzlara kadar uzanan tutmaç, umaç aşı anamaşı, kara kavurma gibi yemekler halen varlığını sürdürmektedir.

Mevsime, yörenin özelliklerine ve ürettiği ürünlere göre şekillenen yemek çeşitlerinin bir çoğu yalnızca Elazığ�a hastır. Özellikle kırsal kesimde hatta şehirde bile yöreye özgü çok güzel ekmekler yapılır. Bu ekmeklerden en ünlüsü ve en lezzetlisi güz mevsiminde yapılan ve bütün bir kış hiç bozulmadan kalabilen tandır ekmeğidir.

Yemekler çoğunlukla yer sofralarında yenilir. Büyük başlamadan ve besmele çekilmeden yemeğe kaşık vurulmaz. Eskiden aile içinde bile kadın erkek ayrı ayrı sofraya otururdu. Günümüzde yabancı biri olmadıkça sofraya kadın ve erkekler birlikte otururlar.

Eskiden bütün yemeklerde tereyağı kullanılırdı. Günümüzde ise hem köylüler hem de şehirliler çoğunlukla nebati yağ kullanmaktadırlar. Bazı özel yemeklerde mutlaka tereyağı kullanılır. Yemeklerde salça ve soğaraç çoğunlukla kullanılır ve bu karışım sos vazifesi yapar.

Kış mevsimi için yapılan hazırlıkların başında taze meyve ve sebzelerin hemen hepsinin kurutulması gelir. Turşu ve salamura yapılır, şehriye ve erişte kesilir, kurut ve tarhana hazırlanır; tandır ekmeği yapılır; kavurma hazırlanır, orcik, pestil, tutunu yapılır.

Düğün ve sünnetlerde özel eğlence törenlerinde ziyafet çekilir, özel yemekler çıkartılır. Bütün bu işler komşu ve akrabaların yardımı ile topluca yapılır. Günümüzde geleneksel yemeklerimiz halen yapılmakla birlikte yeni yemek çeşitleri de Elazığ  mutfağına girmiştir. Keban barajını yapılmasından sonra oluşan göl sahasında ve Hazar gölünde yetiştirilen tatlı su balıkları Elazığ mutfağına girmiş ve balık yemekleri sıkça yapılır olmuştur.

Çorbalar :

Tarhana çorbası, erişte çorbası, dövme çorbası, ayranlı çorbalar, kurutlu çorba, pirinç çorbası, un çorbası, anamaşı, lobik çorbası, bulgur çorbası, mercimek çorbası, şehriye çorbası, kabaklı çorba, tutmaçlı çorba, fasulye çorbası Elazığ�da en çok pişirilen çorbalardır.

Kurut :

Çökeleğin kurutulmuşudur. Yeterince ayran bir tencereye bırakılır. Zaman içerisinde ayranın üzerinde oluşan su devamlı surette alınır. Dibe çöken yağ ve yoğurt tortuları tam bir macun katılığına ulaşınca ele alınarak bir patates büyüklüğünde iyice sıkıldıktan sonra temiz bir bez veya tahta üzerine dizilerek güneşte kurumaya terk edilir. Kış mevsiminde sert zeminli bir üsküre (kase) de sıcak su içerisinde bu kurutlar ezilir ve ayran olarak kullanılır. Ayrıca bu kuruttan çorba da yapılır. Özellikle ava meraklı aileler kuruttan bol bol yaparlar. Eskiden bir çok evde kurut ezme taşı vardı ve kurut bu taşlarda ezilirdi. Bunun ağaçtan yapılmış olanına tepir adı verilirdi.

Kurutlu Çorba :

Döğme haşlanır, soğuduktan sonra kurut ayranına karıştırılarak  üzerine kızartılmış tereyağı, nane ve toz biber ilave edilerek servise hazır hale getirilir.

Kelecoş :

Salçanın ve soğanın yağda kızartılmasıyla soğaraç elde edilir. Soğaraca kurut ayranı ilave edilir. Bu karışıma tandır ekmeği doğranır ve üzerine dağlanmış tereyağı dökülerek servise sunulur.

Lobik Çorbası :

Pamuk ve bostan tarlalarının civarına ekilen lobik, fasulye gibi olup küçük tanelidir. Bir tencerede önceden zifiri (soğaraç) yapılır, üzerine su ilave edilip kaynatılır. Lobik ve döğme temizce yıkanır, tencereye bırakılır, 1-2 kaynar geldikten sonra çorba servise hazır hale gelir.

Et Yemekleri :

Kaburga, kavrakavurma, kızartma, tas kebabı, kaplama, güveç, tava, kuzu kızartması, ciğer kebabı, paça, işkene, taraklık, çoban kebabı, tandır kebabı vs. 

Köfteler Dolma ve Sarmalar :

Bulgur köftesi, içli köfte, kındık köfte, yalancı köfte, ekşili köfte, kadın budu köfte, ayar köftesi ile kebabı, ayranlı köfte, harput köfte (iri köfte), mercimek köfte, ocak köftesi, lüle kebabı, küncülü köfte, muhaşerli köfte, keklik köftesi, lahana sarması, yaprak sarması, bumbar dolması, dilim dolma, domates dolması, sapan dolması, biber dolması, kabak dolması, kofik dolması (kurutulmuş biber dolması), kibe dolması.

Harput Köfte (İri Köfte) :

Dilinmiş kuru soğan, maydanoz, toz biber, tuz, yağsız kıyma, ufak bulgur biraz suyla bir leğende iyice yoğrulur. Fındıktan biraz büyük parçalara bölünerek bir kaba, başparmakla işaret parmağı arasında sıkıştırılarak tek tek  tekerlek şeklinde dökülür. Ayrı bir tencerede kaynayan  yağlı ve salçalı suya katılarak pişirilir.

Pirpirim (Semizotu) Boranı :

Pirpirim bostanlarda, sebzeliklerde kendiliğinden yetişen bir bitkidir. Pirpirimin sebzeli yemeği yapıldığı gibi boranısı da yapılır.

Pirpirim güzelce yıkanıp bir kaba doğranır. Tekrar yıkandıktan sonra başlanır. Kevgirde süzülerek avuç içinde topaklar halinde sıkılır. Sade yağda biraz kızartıldıktan sonra üzerine önceden hazırlanan sarımsaklı yoğurt ve dağlanmış tereyağı dökülür.      

Pilavlar :

Pilav, Elazığ çevresinde son derece sevilen yemek çeşididir. Başlı başına yemek olarak yenildiği gibi, sebze yemeklerine destek yemek olarak da yapılır.

Bulgurla yapılan pilavlar oldukça çeşitlidir. Bulgur pilavı, sulu pilav, bulgur tiridi, pancarlı pilav, yoncalı pilav, muhaşerli pilav, simit pilav, kırmanlı pilav, pirinç pilavı keşkek, mercimekli pilav.      

Sırın :

Taze yufka (yuha) ekmeği rulo haline getirilip 3 cm eninde parçalar haline getirilerek bir tepsiye dizilir. Tepsiye dizilen ekmeklerin kesik tarafı tepsiye dik gelecek şekilde ve sıkıca dizilmesine dikkat edilmelidir.Üzerine daha önce hazırlanmış bolca sarımsaklı yoğurt dökülür ve eritilmiş tereyağı eklenerek hazırlanır.

Taş Ekmeği :

Un, süt veya suyla karıştırılarak maya hale getirilir. Elde edilen sıvı haldeki hamurun içerisine yeterli miktarda yumurta kırılarak iyice çırpılır. Bu hamur ateş üzerindeki sacın üzerine yayılır. Pişen ekmeğin üzerine yağ ve şeker sürülür. Artık taş ekmeği servise hasırdır.

Tandır Ekmeği :

Kışa hazırlık olarak sonbaharda, 3-4 ay yetecek miktarda ve imece usulüyle yapılır. Tandır ekmeği yapımı geleneksel kültür hayatımızda  önemli uygulamalara sahne olmuştur. Erkeklerin hamurunu yoğurduğu kadınların ise pişirdiği tandır ekmeği, eskiden adeta bir şenlik halinde yapılırdı. Köylerde tandır ekmeği halen yapılmaktadır.Tandır ekmeği adını yapıldığı yerden alır. Ekmeğin en büyük özelliği 4-5 ay bozulmadan kalabilmesidir.

Geleneksel Kuru Tatlılar :

İlimiz ve çevresinde çok yaygın olan pestil; dut, ceviz ve erik ile yapılır. Üzüm ile yapılana  �bağ bastuğu�, dut ile yapılana �dut bastuğu�, erik ile yapılana ise �eşgili bastuk� adı verilir.Ayrıca belki de dünyada en güzelinin Elazığ ilinde yetiştiği dutun, döğülmesi suretiyle elde edilen tutunu, ile dünyada ilk yapılan yerin Elazığ olduğunu sandığımız Orcik, pilit geleneksel kuru tatlılarımızın başında gelir.

Kurutulmuş Meyveler :

Elazığ�da kurutulmuş meyveler oldukça yaygındır. Hatta eskiden Harput�ta çerez odası diye bilinen odalar bulunurdu. Orcik, pestil, kuru dut, kuru üzüm, ceviz içi, badem; yörede gah adıyla bilinen başta elma ve armut olmak üzere kurutulmuş meyveler yatsılıkların vazgeçilmez yiyecekleridir.Eskiden tavana iplerle asılan dayanıklı üzümler, ayva, armut ve elmalar; özel yöntemlerle saklanan kavun ve karpuzların bulunduğu çerez odalarına bugün dahi rastlamak mümkündür.Elazığ�da yatsılık diye bilinen bu yiyecekler günümüzde de misafirlere ikram edilen önemli yiyecekler arasındadır.

DAMAK TADINDAN BİR KAÇ TARİF

» Harput Köfte (İri Köfte)

» Pirpirim (Semizotu) Boranı

» Sırın

» Taş Ekmeği

» Tandır Ekmeği

» Ayranlı Çorba

» Erişte Çorbası

» Kurut Çorbası

» Sebzeli Tarhana

» Dilim Dolma

» Lahana Sarması

» Kofik Dolma

» Kaburga Dolması

» Peynirli Ekmek

» Gömbe

» Süslü Fidoş


Musiki - Folklor

Harput musikisinde, içli bir ibadetin çoşkunluğu hissedilir. Bir makama başlanırken, söylenen gazellerde, bir ilâhi çeşnisi vardır. Bundan sonra gelen türküler, bu ilâhi duyguyu dalgalandıran ve coşturan nağmelerdir. Bestelerin yarattığı mânevi coşkunluk, gerçekten insani, maddi alemden uzaklaşmaya zorlar. Söyleyene ve dinleyene bir uçuş hissi gelir. Bu anda, hiç bir istek ve işaret lüzum olmaksızın, içgüdünün şevkiyle, sazın kendiliğinden ayak tutması sonunda, göklere yükselen bir ezan gibi, yüksek havalara, yerli tabirle "Kayabaşı ve Hoyratlara" geçilir. Bunlar, dağdan dağa çarpan, dik ve tiz perdeden söylenen ezgilerdir. Bilhassa dinleyen, kendisinin, yerden göğe doğru kanatlanmak üzere olduğunu hisseder. Bu seslerin, uçurucu tesiriyle, saz meclisi, vecit haline gelir artık. Bu vecdin, ruhlarda yarattığı coşkunluk ve taşkınlık; duyguların, heyecanların boşanmasına yol açar. Sazların refakatinde söyleyen ve dinleyen, hep bir ağızdan, yani koro halinde, şıkıltımlara, oynak türkülere geçer. Bu türküler, yalnız ruhta değil, bedende de tepkisini gösterdiği için, bu sırada veya hemen şıkıltımları takiben, aynı makama uygun, erkek veya kadın oyunları oynanır.

Elazığ Halk Oyunlarını, oyun bölgelerinden "Halay Bölgesi" içinde ele almak gerekir. Elazığ Halk Oyunları “Halay Bölgesi" içinde hareketlilik açısından diğer il ve bölgelere göre ağır ve estetiktir. Az miktarda, çok hareketli oyunlar da vardır. Oyun tempolarını incelediğimiz zaman bu özellik hemen göze çarpmaktadır. Oyunlar "Halay Bölgesindeki diğer oyunlara nazaran müzik ve oyun figürleri açısından ayrıcalık gösterir. Öyle sanıyoruz ki, bu ayrıcalık Elazığ Halk Müziğinin, daha ziyade Türk Sanat Müziğine yatkın olmasından ve müziğin klasik sazlarla icra edilmesinden ileri gelmektedir.

Müzikteki bu ayrıcalık, oyun müziklerinin zengin bölümlere sahip olmasında, oyunlarda ise zengin figürlere sahip olmasında gözlenmektedir. Ayrıca her yörede görülmeyen, her oyun formuna (figürüne, kalıbına) karşılık bir müzik formunun bulunması da kayda değer bir durumdur.

Elazığ Halk Oyunları, genel olarak "tatlı sert" bir karaktere sahiplerdir. Erkek oyunları biraz daha sert ancak estetik, kadın ve kız oyunları ise biraz daha yumuşak ve tatlıdır. Komşu vilayetimiz olan Diyarbakır’ın halayında görülen sertlik, Elazığ halayında mevcut değildir. Ondaki sertlik ve figür azlığına karşılık, diğerinde (Elazığ Halayında) tatlı sertlik ve figür zenginliği şeklindedir.

Altmışa yakın Elazığ oyunu vardır. Ancak, bugün yaşayan oyunların adedi yirmi - yirmi beş kadardır. Bu oyunların birkaç tanesini oynanış biçimi ve özellikleriyle birlikte anlatacağız.

Çayda Çıra Oyunu:

Bu oyun, Elazığ’ın Harput Bucağından derlenmiştir. Oyun "Mumlu Dans" namıyla dünyaca tanınmaktadır. ”Çayda Çıra” oyunu hakkında çeşitli efsaneler vardır. Ancak, bunlar dilden dile dolaşan çeşitli halk masallarına benzemekte ve diğer şehirlerimizde anlatılan efsanelerin bir varyantı ya da değişikliğe uğramış bir şekli olarak anlatılmaktadır.

Oyun, orijini itibariyle aydınlatma amacı güdülerek ortaya çıkmıştır. Araştırmamızda halk arasında söylenen çeşitli efsaneler tespit ettik. Bunlardan bir örnek: Efsaneye göre Hazar Gölü kenarında bir köyde birbirini seven iki genç, gizlice buluşmaktadırlar. Erkeğin buluşma yerine gidebilmesi için gölü yüzerek geçmesi gerekmektedir. Buluşma gece olduğundan, kız çıra (Dındik) yakarak gence yerini belli etmektedir. Genç ise, ışığa doğru yüzmekte ve böylece sevgililer buluşmaktadır.

Bu durumu sezen kızın babası, buluşmanın yapılacağı bir gün erkeğin yüzerek gölün ortalarına geldiği sıralarda çırayı söndürür ve genç sevgilinin gölde boğulmasına sebep olur. Bunu fark eden kız da kendini suya atar, o da kaybolur. Bunun üzerine bütün köylü toplanarak ellerindeki "Çıra" larla iki sevgiliyi aramaya başlarlar. Efsaneye göre, bu olay üzerine ağıtlar yakılmış, türküler söylenmiş ve çıra ile arama olayı oyunlaşarak günümüze kadar gelmiştir. (Benzer bir efsane de Van yöresindeki “AHTAMARA” efsanesidir.)

Altınova'da yapılan görkemli bir düğünde geleneksel bir biçimde çay kenarında kurulan düğün meydanında çıralar yakılmış, Somat'lar kurulmuş ve düğün bütün coşkusuyla devam etmektedir. Bu sırada ay tutulunca, evlenen gencin annesi olan Pembe HAN tabaklara çıralar, mumlar diktirip gençlerin ellerine vermiş ve önde kendisi olmak üzere yürüyerek düğün meydanına, görkemli bir biçimde girmişlerdir. Bu buluşun mükemmelliği karşısında aşka gelen "Zurnacı Başı”, ellerindeki tabaklarla ortalığı bir anda gündüze çeviren, bu kalabalığı karşılayarak, gelenlerin ayak hareketlerine uygun bir müzik çalar. Kendisine eşlik eden kırk davul kırk zurna ile ortalık inlemeye başlar, böylece "Çayda Çıra" oyununun melodisi ortaya çıkmış olur. Bu olay gelenek halini almış ve çayda çıra oyunu günümüze kadar oynanıla gelmiştir."

Eskiden kaç-göç olmadığı için, kız-erkek karma oynanan bu oyun, günümüzde karma oynandığı gibi, ayrı ayrı da oynanır. Oyunun 200-300 yıllık bir mazisi olduğu söylenir. Oyun Elazığ’ın her tarafında bilinir ve oynanır. Hatta, son zamanlarda Elazığ dışına da taşarak Malatya ve Diyarbakır'da da çeşitli şekillerde oynanmaya başlamıştır..

Tüm oyunlarda başta oynayana kolbaşı, sonda oynayana sonbaşı ya da poçik denir. Sadece halay oyununda "Halaybaşı" ve "Halaysonu" adları kullanılır. Oyunun aracı çift tabak ve içerisindeki üçer mumdan ibarettir. Oyun yürütülürken “Heey, Teey, Tey” diye nara atılır. Elazığ'ın yörelerinde delikanlıya "Gakkoş" adı verilir. Oyun düğünlerde, dini ve milli bayramlarda oynanır.

Çayda Çıra Türküsü :

Çayda çıra yanıyor,
Yanıp yanıp sönüyor,
Yavaş yürü usul bas, 
Engeller uyanıyor. 
Çayda çıra yanıyor, 
Ay tutulmuş sanıyor,
Yavaş oyna güzelim,
Herkes seni tanıyor.

Çayda çıra yakarım,
Yar yoluna bakarım,
Bir yüz görümlüğüne,
Beşibirlik takarım.
Yanar çayda çıralar,
Kızlar oyun sıralar.
Gelin hanım gelirse,
Defçi toplar paralar.

Çayda çıra yanıyor,
Humar göz uyanıyor.
Fitil çifte yara bir,
Yürek mi dayanıyor.
Çayda çıra yüz çıra,
Yanıyor sıra sıra.
Yarim keklik ben şahin,
Giderim ardı sıra .

 

Avreş Oyunu :

"Berber Yaşar" adıyla da tanınan bu oyunun, Elazığ dışında herhangi bir yerde oynandığına rastlanmamıştır. Oyunun kaynağı Harput'tur. Eskiden asker sevki çok olan Elazığ ve Harput' ta, askeri hareketlerin taklidi ile ortaya çıkan bu oyun, Elazığ'ın her yerinde oynanır. Oyunun elli-altmış yıllık bir geçmişi olduğu söylenmektedir. Bugün davul ve klarnetle çalınan bu oyunun müziği eskiden zurna ile çalınır ve oynanırdı.(Bugün birçok dağ köyümüzde ve birçok Alevi köyümüzde hâlâ zurna çalınmaktadır.) Esasen Harput'a klarnet girmeden önce düğünlerin baş sazı zurna idi. Ancak Türkiye'ye girdiği anda Harput’ta da kullanımı başlayan klarnet zurnayı büyük ölçüde etkileyerek etkinliğinin azalmasına neden olmuştur.

Avreş oyununun türküsü, yoktur. Bu oyunun melodisi ile başka bir oyun oynanmadığı gibi, bu oyun başka bir melodi ile oynanmaz. Oyun müziği önce 6/8 lik usûlde ve ağır tempoda, sonra 4/4 lük usûlde ve hızlı tempoda oynanır. Makamı İbrahimiyye dir. Tek sıra dizilmek suretiyle oynanan bu oyun bazen de sağa sola dönmek suretiyle icra edilir. Oyunun öyküsü olmayıp, oyun figürünü teşkil eden hareketler, daha çok ayaklarda toplanmış, kısmen de başla yapılmaktadır. Vücudun tabiî hareketlerini ihtiva eden oyun figürleri ile, asker hareketleri taklit edilmektedir. Oyunda "ha-ha, hey-hey"diye nara atılır. Bu oyun daha ziyade asker uğurlâmalarında ve düğünlerde oynanır.

Halay Oyunu :

Harput Halayı da denilen bu oyunun varyantları, “Palu” varyantı, İngüzek’te “Karaçor" denen oyun, Ağın’da “Düz Halay”, Baskil'de Halay, Sivrice'de "Düz Haley” dir. Oyunun kaynağı Harput’tur ve 200-300 yıldan beri, gençler ve yaşlılar tarafından zevkle oynanmaktadır. Oyun müziği önce 2/4 lük ve "zazaki" denilen figürde 6/8 lik usûlde çalınır, makamı İbrahimiyye'dir. Oyun, avuç avuca kenetlenip tutunmak suretiyle tek dizi halinde oynanır.Oyunun figürleri ayaklarda toplanmıştır. Daha çok asker uğurlamalarında ve düğünlerde oynanmaktadır.

Bıçak Oyunu :

Oyun merkez ilçeye bağlı Hankendi (Hanköy) Bucağı'ndan derlenmiştir. Oyunun asıl kaynağı belli değildir. Bıçak oyunları Türkiye'nin hemen her bölgesinde değişik şekillerde görülmektedir. Erzurum'da “Hançer Bari”, Karadeniz Bölgesinde de bıçaklarla çeşitli horonlar oynanmaktadır. Davul ve klarnet eşliğinde oynanan bu oyun türküsü yoktur. Başka bir melodi ile oynanmadığı gibi, bu oyunun melodisi ile de başka bir oyun oynanmaz.

Oyun, 9/B lik usûlde ve "İbrahimiyye" makamındadır. İki erkek, bir kadın ya da kadın kılığında bir erkek olmak üzere üç kişi. ile oynanır. Bar özelliği de göstermektedir. Oyun el ve ayak hareketlerinden oluşur. Taklitli bir oyun değildir. Müzik aynı ölçüyü sürekli takip eder. Usûlde bir değişiklik olmaz. Mutaassıp yerlerde kızlar ve kadınlar düğün alanına giremezler; oyunu damdan veya uzak yerlerden seyrederler. Bu yüzden oyunun seyri değişir.

Oyun araçları, oyuncuların ellerinde bulunan ikişer bıçaktır. Oyuncular bunlarla figürler yaparlar. Bıçak aralarından geçer, göğüse doğru sallanır. Oyun düğünlerde oynanır, türküsü yoktur.

Kılıç Kalkan Oyunu :

Eski oyuncular tarafından oynandığı duyulmuş, fakat görülmemiştir. Oyun müziğinin notası olduğundan, müziği hakkında bilgi edinmek kolaydır. Kaynak kişilerden Tahsin AYIK kendisiyle görüştüğümüzde, bu oyun hakkında şunları söylemiştir: "Bu oyunu oynayanları gördüm. Bunlar yaşça bizden daha büyüklerdi. Kılıç ve kalkanları olmadığından ellerindeki sopaları kılıç, ayakkabılarını kalkan yaparlardı. Sahip çıkılmayan bu oyunumuz maalesef iptal oldu. "

Delilo Oyunu :

Harput'tan derlenen bu oyuna "Derilo", "Delilo" gibi adlar verilmektedir. Bu oyun halay bölgesinin hemen her yerinde, birbirine benzer özelliklerle oynanmaktadır. Asıl çıkış kaynağı konusunda bir yargıya varmak mümkün değildir.

Delilo oyununun 150-200 yıllık bir oyun olduğu söylenmektedir. Oyun, türkülü bir oyun olup, davul ve klarnet eşliğinde oynanır. Oyunun türküsü oyuncular tarafından söylenir. Bu oyun, başka bir oyun melodisi ile oynanmaz, bu oyun melodisi ile de başka bir oyun oynanmaz. 4/4 lük usülde müziği olan oyun, çevre illerdeki "Delilo" oyunlarından biraz daha ağırdır.


 

MANİLER

Yanan yar, yanan yar
Tutuşan yar, yanan yar
Ecep o gün olur mu?
Yanım verem yanan yar.

Yüz anahdar, yüz anahtar
Dil kilit, yüz anahdar
Kilitlidir gönül evi,
Açamaz yüz anahdar.

Gül Üşüdü, gül üşüdü
Yel vurdu, gül üşüdü;
Beni bu hale koyan,
O yarin gülüşüdü.

Yedin beni yedin beni
Gurt oldun yedin beni
Ben seni urgun sevdim 
Sen ele yerdin beni

Ah o gözler, ah o gözler
Kan eder ah o gözler
Beni vuran ok değil
Sendeki ahu gözler

Düşte gör, düşte gör
Hayalde gör, düşte gör
Dostun kim, düşmanın kim?
Hele bir kez düşte gör

Sürme beni, sürme beni
Her göze sürme beni
Eşikte kulun olam
Gapından sürme beni

Güne düştüm, güne düştüm
Gölgeden güne düştüm
Felek! Gözün kör olsun
Dediğin, güne düştüm

Derde kerim, derde kerim
Gam derer, derd ekerim
Yas tutma deli gönlüm
Mevla her derde Kerim

ŞİİR

Bibime Mektup

Nazlı bibim senden birşey soracam 
Her türlü yollarım bağlandı benim 
Gelebilsem hemen gopup gelecem 
Emmim ile fato yengem ne oldu? 

Bizim Gıllo tohum mohum eki mi? 
Boz eşşeğin yuları çeki mi? 
Tarlalarda ayrık varcık bitti mi? 
Marabamız Hıdır Gakgo ne oldu? 

Bıldır babam bahçaları gazdı mı? 
Tevekleri serpeneye aldı mı? 
Arka bağa bir kez olsun vardı mı? 
Anam ölmüş güllü bacı ne oldu? 

Baş tarlada yine bostan oli mi? 
Gafil hasan sebzeleri yolli mi? 
Gındik gilin elmaları oli mi? 
Canlı gölün elmaları ne oldu? 

Çarçaklıdan gelen bir avuç su içermiş 
Karaçalı yer çavuşu geçermiş 
Harputlular Mezire ye göçermiş 
Bunakların aklı fikri ne oldu? 

Bel bel Hemo yine belbel duri mi? 
Eşeğine gulpsuz semer vuru mi? 
Bilmem beni hatırlayıp sori mi? 
Necogilin ibo gakgo ne oldu?


 

ÜYE GİRİŞİ